Büyük Gize Piramidi (Keops Piramidi), Mısır'ın belirleyici bir sembolü ve dünyanın antik Yedi Harikası'nın sonuncusudur. Günümüz Kahire kenti yakınlarındaki Gize platosunda bulunan piramit, IV. Hanedan'ın kralı Khufu (M.Ö. 2589-2566, Keops olarak da bilinir) döneminde 20 yıllık bir süre boyunca inşa edilmiştir.
Eyfel Kulesi 1889'da Fransa'nın başkenti Paris'te yapımı tamamlanana kadar Büyük Piramit dünyada insan eliyle yapılmış en uzun yapıydı; bu rekoru 3.000 yıldan fazla bir süre elinde tuttu ve bunun kırılması pek mümkün görünmüyordu. Diğer akademisyenler 1300 yılında İngiltere'de yapılan Lincoln Katedrali'nin kulesinin yüksekliği ile Büyük Piramit'i geçtiğini ifade etseler de Mısır anıtı bu unvanı uzunca bir süre elinde bulundurmuştu.
Piramit, 754 fit (230 metre) tabanıyla 479 fit (146 metre) yüksekliğine kadar çıkmakta ve iki milyondan fazla taş bloktan oluşmaktadır. Bu taş bloklardan bazıları o kadar devasa büyüklükte ve ağırlıktadır ki (Kral Odası'ndaki granit plakalar gibi), bunları bu kadar hassasiyetle kaldırmanın ve yerine yerleştirmenin lojistiği günümüz şartlarında mümkün görünmemektedir.
Bu piramit ilk kez 1880 yılında, genellikle Mısır'da, bilhassa da Gize'deki arkeolojik çalışmaların temellerini atan İngiliz arkeolog Sir William Matthew Flinders Petrie (1853 - 1942) öncülüğünde modern teknikler ve bilimsel analizler ışığında kazılmıştı. Flinders Petrie 1883 yılında piramit üzerine yazarken şunları söyledi:
Büyük Piramit, adını paradoksların bir nevi kelime karşılığı olarak kullanmıştır; tıpkı mumun cazibesine kapılan güveler gibi, teorisyenler de bu piramidin çekim alanına girmişlerdir. (1)
Piramidin yapılış amacına dair pek çok teori bulunmakla beraber, en yaygın anlayış piramidin kral adına bir mezar yaptırıldığı yönündedir. Bununla birlikte, piramidin tam olarak nasıl inşa edildiği, günümüzde hala insanların kafalarını kurcalamaktadır. Yapının dışında, taş blokları yerlerine yerleştirmek amacıyla kullanılan rampalar teorisi hala tarihçiler arasında tartışılmaktadır. "Saçak" ya da "Yeni Çağ" adıyla bilinen teoriler, bu yapı kompleksi özelinde gerekli olan gelişmiş teknolojiyi açıklamak amacıyla, dünya dışı varlıklara ve onların antik dönemde Mısır'a yaptıkları düşünülen sık aralıklarla yapılan ziyaretlere göndermede bulunmaktadır.
Her ne kadar giderek artan kanıtlar piramidin eski Mısırlılar tarafından, büyük olasılıkla kaydetme gereği duymayacakları derecede yaygın olan teknolojik araçlar kullanılarak yapıldığını gösterse de, bu tür teoriler öne sürülmeye halen devam etmektedir. Yine de, piramidin nasıl inşa edildiğine ilişkin muamma ve esas noktalara göre yönlendirilmesiyle birleşen içerideki geçitlerin, şaftların ve odaların (Kral Odası, Kraliçe Odası ve Büyük Galeri) yanı sıra yakınlardaki Osiris Şaftı'nın karmaşık yapısı, bu saçak teorilerin sürdürülmesini desteklemektedir.
Piramidin yapımıyla alakalı bir diğer süregelen teori de piramidin kölelerin sırtından yapıldığı yönündedir. Genel manada Mısır anıtlarının, bilhassa da Büyük Piramit'in İbranilerin köleliği kullanılarak yapıldığına ilişkin yaygın kanının aksine, Gize piramitleri ve ülkedeki diğer tüm tapınak ve anıtlar, becerileri sayesinde çalıştırılan ve emeklerinin karşılığını alan Mısırlılar tarafından inşa edilmiştir. Mısır tarihinin herhangi bir dönemine dayanan hiçbir kanıt, İncil'in Çıkış Kitabı'nda tarif edilen olayları desteklememektedir.
Gize'deki çalışan işçi lojmanları 1979 yılında Mısırbilimciler Lehner ve Havas tarafından keşfedilip eksiksiz bir incelemeye tabi tutulmuştu, ancak bu kanıtlar gün ışığına çıkmadan bile eski Mısır kaynaklı belgeler belli bir etnik gruba mensup kölelerin zorunlu çalıştırıldığına dair hiçbir kanıt sunmamakla beraber devlet desteğiyle yapılan anıtlar nedeniyle Mısırlı çalışan işçilere yapılan ödemelerin doğruluğunu kanıtlamaktaydı. Ülkenin dört bir yanından gelen Mısırlılar, kralları adına sonsuzluğa kadar sürecek olan ebedi bir yuva yapmak amacıyla farklı nedenlerle anıtın yapımında çalışmışlardı.
Piramitler ve Gize Platosu
Erken Hanedanlık Dönemi'nin (yaklaşık M.Ö. 3150-2613) sonlarında vezir İmhotep (yaklaşık M.Ö. 2667-2600) kendi kralı olan Zoser adına diğerlerinden farklı olarak özenle tasarlanmış bir mezar yapma yöntemi geliştirmişti. Kral Zoser'in hükümdarlığından önce (yaklaşık M.Ö. 2670) mezarların yapımında mastabalar (Antik Mısır uygarlığında, toprak altına gömülen ölülerin anısına, mezarın hemen üstüne kurulan tepesi düz odacık) olarak bilinen çamurdan yapılmış gösterişsiz höyükler kullanılırdı. İmhotep, o zamanlar çığır açan bir planla yalnızca taştan bir mastaba yapmakla kalmayıp, bu yapıları üst üste dizerek devasa, kalıcı bir anıt inşa etmeyi tasarladı. Onun bu vizyonu, günümüzde hala ayakta duran ve dünyadaki en eski piramit olan Sakkara'daki Zoser'in Basamaklı Piramidi'nin ortaya çıkışına neden olmuştu.
Ancak Basamaklı Piramit "gerçek bir piramit" değildi ve Eski Krallık döneminde (yaklaşık M.Ö. 2613-2181) kral Sneferu (yaklaşık M.Ö. 2613-2589) Imhotep'in geliştirdiği tasarıları daha da ileriye götürmeye ve daha da çarpıcı bir yapı inşa etmeye girişti. Bu konudaki ilk teşebbüsü olan Meidum'daki Çökmüş Piramit, başarısızlıkla sonuçlandı çünkü İmhotep'in tasarımından fazlasıyla sapmıştı. Ancak bu hatasından gereken dersi çıkaran Sneferu, tabandan tepeye kadar uzanan açıdan yaptığı yanlış hesaplamalar nedeniyle yine aynı şekilde başarısız olan bir diğer piramit olan Eğik Piramit üzerinde çalışmalara başladı. Bu durumdan umudunu kesmeyen Sneferu, edindiği deneyimlerden öğrendiklerini kullanarak Mısır'da yapılan ilk gerçek piramit olan Kırmızı Piramit'i inşa etti.
Bir piramidin inşası muazzam büyüklükte maddi kaynaklar ve her türden vasıflı ve vasıfsız çalışan işçilerin geniş bir alanda bakımını gerekli kılıyordu. Çoğunlukla "piramidin kurucuları" olarak anılan IV. Hanedanlığın kralları, hükümetin istikrarlı olması ve ticaret yoluyla edindikleri zenginlik sayesinde bu kaynaklara hükmedebiliyorlardı. Güçlü bir merkezi yönetim ve zenginliğin fazlalığı her türlü piramit yapımı girişimi bakımından hayati önem taşıyordu ve söz konusu imkanlar Sneferu'nun ölümünün akabinde oğlu Khufu'ya geçmişti.
Khufu'nun başa geldikten kısa bir süre sonra görkemli görünen mezarını inşa etmek üzere çalışmaya başladığı görülmektedir. Antik Krallığın hükümdarları Memfis kentinden yönetiliyordu ve yakındaki Sakkara nekropolüne hali hazırda Zoser'in piramit kompleksi hakimken, Daşhur gibi diğer bölgeler de Sneferu yönetimi altında bulunuyordu. Ancak yakınlarda çok eski bir nekropol daha vardı ve bu yer Gize idi. Khufu'nun annesi I. Hetefheres (yaklaşık M.Ö. 2566) bu bölgede gömülü olduğundan ve yakınlarda ilgiyi üzerine toplayacak başka büyük yapılar bulunmadığından Khufu piramidinin (Keops Piramidi) yapılacağı yer olarak Gize'yi uygun gördü.
Piramidin İnşası
Bir piramidin inşasının öncelikli aşaması, en uygun yerin belirlenmesinden sonra, ekipleri örgütlemek ve gerekli kaynakları tahsis etmek olup, bunu gerçekleştirmek Mısır'ın en güçlü ikinci adamı olan vezire düşmekteydi. Khufu'nun veziri, Büyük Piramit'in tasarımı ve yapımıyla bilinen yeğeni olan Hemiunu idi. Khufu'nun kardeşi olan Hemiunu'nun babası Nefermaat, piramidin inşası projelerinde Sneferu'nun vezirliğini yapmış ve muhtemelen bu deneyimler sayesinde yapım konusunda pek çok şey öğrenmişti.
Vezir her türlü yapım projesinin son mimarı olup malzemelerin, taşımacılığın, işgücünün, ücretlerin ve çalışmanın diğer tüm boyutlarının sorumluluklarını devretmek durumundaydı. Saraya ve saraydan gelen yazılı belgeler, mektuplar, günlüğe yazılan kayıtlar, gönderilen resmi raporlar, Khufu'nun hükümdarlığında Gize'de devasa bir yapım projesinin hayata geçirildiğini net bir ifadeyle gözler önüne sermektedir, fakat elde edilen bu kanıtların hiçbiri piramidin tam olarak nasıl inşa edildiğini göstermemektedir. Büyük Piramit'in yapımında görülen teknolojik maharet günümüzde de akademisyenleri ve başkalarını hayrete düşürmektedir. Mısırbilimciler Bob Brier ve Hoyt Hobbs bu konuda şöyle bir yorumda bulunmakta;
Piramitlerin yapımı, devasa boyutları nedeniyle hem düzenleme hem de mühendisliğe ilişkin birtakım özel sorunlara neden oluyordu. Örneğin firavun Khufu'nun Büyük Piramidi'nin yapımı, ağırlığı 2 ila 60 ton arasında değişen iki milyondan fazla taş bloğun birleştirilerek iki futbol sahasını kaplayan ve 480 metre yükseklikte kusursuz bir piramit biçiminde göğe yükselen bir yapı haline dönüştürülmesini gerektirmişti. Bu yapının inşasında çok sayıda işçi çalışmış ve bu da yiyecek, barınma ve düzenleme konularında oldukça karmaşık lojistik problemler doğurmuştu. Milyonlarca ağır taş bloğun yalnızca ocaklardan çıkarılıp göklere taşınması değil, aynı zamanda istenilen biçimi oluşturmak amacıyla titizlikle birbirine tutturulması da gerekiyordu. (217)
Büyük Piramit'in tam olarak nasıl yapıldığına dair kafa yoran herkesin karşılaştığı problem, tam da "istenilen biçimi oluşturmak" konusunda gereken maharet ve teknolojidir. Günümüzdeki teoriler, piramidin temeli çevresinde yükseltilen ve yapının yüksekliği arttıkça daha da yukarı çıkan rampalar üzerine yoğunlaşmaya devam etmektedir. Üzerinde hala tartışılan bu rampa teorisine göre, yapının temeli sağlamlaştırıldıktan sonra, rampalar kolaylıkla yapının çevresinde yükseltilerek tonlarca ağırlığındaki taşların taşınması ve titizlikle yerleştirilmesi için gerekli olan araçları temin etmiş olmalıdır.
Mısır'da bu türden rampaların bol sayıda yapılması için gerekli ahşabın bulunmayışı, işçilerin taş blokları yukarı taşımak durumunda kalacakları eğimler ve ağır taş tuğla ile granit plakaların vinç olmadan (ki Mısırlılar buna sahip değildi) yerlerinden oynatılmasının imkansız oluşu gibi problemlerin yanı sıra, rampa teorisinin tamamen uygulanabilir olmayışı en ciddi engel teşkil etmektedir. Bu durumu Brier ve Hobbs şöyle açıklıyor:
Bu problem fizikten ibarettir. Bir eğimin açısının dik olması, bir nesneyi o eğimden yukarı doğru kaldırmak için gereken çabanın da o kadar fazla olmasını gerektirir. Bu nedenle, nispeten sayıca az bir adamın, sözgelimi 10 kişinin, iki ton ağırlığındaki bir yükü bir rampadan yukarı çıkarabilmesi durumunda, bu rampanın açısının yaklaşık %8'den fazla olmaması gerekir. Geometri bize 480 fit (146.304 m) yüksekliğe ulaşmak amacıyla %8 oranında yükselen eğimli bir düzlemin bittiği noktadan hemen hemen bir mil (1.609 km) uzaktan başlaması gerekeceğini söylemektedir. Yapılan hesaplamalara göre, Büyük Piramit yüksekliğinde bir mil (1.609 km) uzunluğundaki bir rampayı inşa etmek için piramidin kendisine yetecek kadar malzemeye ihtiyaç duyulacaktı - yani çalışan işçiler 20 yıllık bir zaman diliminde iki piramide eşdeğer bir rampayı kurmak durumundaydılar. (221)
Piramidin içerisinde rampaların kullanıldığını öne süren Fransız mimar Jean-Pierre Houdin tarafından rampa teorisinin farklı bir türevi ortaya atılmıştı. Houdin, rampaların yapımın başlangıç aşamalarında harici olarak kullanılabileceğine, ancak piramidin yüksekliği büyüdükçe işlerin içeriden yürütüldüğüne inanıyor. Taş ocaklarından çıkarılan taşlar giriş kısmından içeriye sokuluyor ve rampalar aracılığıyla yukarıya, bulundukları yere taşınıyordu. Houdin bu durumun piramidin içerisinde bulunan şaftları açıklayacağını öne sürüyor. Ne var ki bu teori, taşların ağırlığını ya da onları piramidin içerisinde bir eğimle yukarıya ve bulundukları yere taşımak üzere gerekli olan rampadaki çalışan işçi sayısını hesaba katmamaktadır.
Rampa teorisi her iki şekilde de piramidin nasıl inşa edildiğini açıklamakta yetersiz kalırken, anıtın hemen altında çok daha makul bir olasılığa dayanmaktadır: Gize platosunun yüksek su tablası. Mühendis Robert Carson, Büyük Piramit: The Inside Story adlı eserinde piramidin suyun gücü kullanılarak yapıldığını öne sürer. Carson aynı zamanda rampa kullanımına da değinmektedir ancak bunu çok daha makul bir yöntemle yapmaktadır: iç rampalar aşağıdan gelen hidrolik güç ve yukarıdan gelen kaldıraçlarla desteklenmiştir.
Her ne kadar Mısırlılar günümüzdeki manasıyla bir kaldıraç hakkında hiçbir bilgiye sahip olmasalar da, genellikle bir kaynaktan su çekmek amacıyla kullanılan, bir ucunda kova ve halat, diğer ucunda ise denge ağırlığı bulunan upuzun bir direk olan şaduf'a sahiplerdi. Aşağıdan gelen hidrolik enerji, yukarıdaki kaldıraçlarla birleştiğinde taşları piramidin iç kısmı boyunca hareket ettirebilirdi ki bu aynı zamanda diğer teorilerin tam olarak hesaba katmakta yetersiz kaldığı, yapı içinde yer alan şaftları ve boşlukları da açıklığa kavuşturmuştu.
Günümüzde Gize'deki su tablasının hala oldukça yüksek olduğu ve geçmişte bundan daha yüksek olduğu açıkça ortadadır. Mısırbilimci Zahi Havas, 1999 yılında Büyük Piramit yakınındaki Osiris Şaftı'nda yürüttüğü kazı çalışmaları hakkında yazısında, "yüksek su seviyesinin yarattığı tehlikeli durum nedeniyle kazının oldukça meşakkatli geçtiğini" belirtmektedir (381). Aynı makalede Havas, 1945 yılında Gize'deki rehberlerin düzenli aralıklarla söz konusu yeraltı kuyusunun suyunda yüzdüklerini ve "kuyudaki su seviyesinin yükselmesi nedeniyle akademisyenlerin şaftı derinlemesine incelemelerinin önüne geçildiğini" belirtmektedir (379).
Dahası, 1930'larda Selim Hassan tarafından yürütülen Osiris Şaftı'nı kazma yönündeki önceki teşebbüsler ve 1940'larda Abdel Moneim Abu Bakr ile birlikte yapılan gözlemlerde de (kazı yapılmamasına rağmen) yine benzer yüksek su seviyesine dikkat çekilmektedir. Yapılan jeolojik çalışmalar, Gize platosu ve çevresindeki bölgenin Eski Krallık Dönemi'nde bugüne nazaran çok daha verimli olduğunu ve dolayısıyla su seviyesinin daha yüksek olabileceğini ortaya koymuştur.
Bunu göz önünde bulundurduğumuzda, Carson'ın piramidin yapımında kullanılan su gücüyle alakalı teorisi akla en yatkın olanıdır. Carson, bu anıtın "ancak hidrolik güç sayesinde yapılabileceğini; Büyük Piramit'in içinde hidrolik bir ulaşım sistemi kurulduğunu" öne sürmektedir (5). Antik çağın kurucuları, yüksek su seviyesinin verdiği güç sayesinde piramidi, bir tür dış rampa sisteminden çok daha akılcı bir yol izleyerek inşa etmiş olabilirler.
Piramidin iç kısmı tamamlandıktan sonra, piramidin tamamı beyaz kireç taşıyla kaplanarak ışıl ışıl parlaması ve bulunduğu yerden kilometrelerce ötede her yönden rahatlıkla görülebilmesi sağlanmıştır. Her ne kadar Büyük Piramit günümüzde göz alıcı bir konumda olsa da, bunun harabe durumda bir anıt olduğunu fark etmeliyiz; zira üzerindeki kireç taşı uzun zaman önce yerinden sökülmüş ve Kahire kentinin yapımında (tıpkı yakındaki antik Memfis kentinde olduğu gibi) kullanılan bir yapı malzemesine dönüşmüştür.
Tamamlandığı zaman, Büyük Piramit Mısırlıların şimdiye kadar gördükleri arasında en çarpıcı eser olarak ortaya çıkmış olmalıdır. Günümüzde dahi, büyük ölçüde aşınmış haliyle Büyük Piramit hayranlık uyandırmaktadır. Bu projenin boyutları ve kapsamı kelimenin tam anlamıyla hayret vericidir. Bu konuda tarihçi Marc van de Mieroop şöyle diyor:
Boyutları insanın aklını başından almaktadır: 146 metre yüksekliğinde (479 fit) ve taban kısmı 230 metredir (754 fit). Bazıları 16 tona kadar çıkan ortalama 2.300.000 ton ağırlığında 2 ve 3/4 taş blok barındırdığını öngörmekteyiz. Torino Kraliyet Kanonu'na göre Kral Khufu 23 yıl boyunca hüküm sürmüştü; bu da hükümdarlığı boyunca yılda 100.000 taş bloğun (günde yaklaşık 285 taş bloğu ya da gün ışığında her iki dakikada bir taş bloğu) çıkarılması, taşınması, işlenmesi ve yerine konulması gerektiği manasına geliyordu... Yapı tasarım açısından hemen hemen kusursuz bir görünüme kavuşmuştu. Her iki kenarı da tam olarak esas noktalara doğru yönlendirilmiş ve 90 derecelik açılarla yerleştirilmişti. (58)
Bu işi gerçekleştiren çalışanlar, bu proje kapsamında devletin işe aldığı nitelikli ve niteliksiz işçilerden oluşuyordu. Bu çalışan işçiler emeklerini ya borçlarını ödemek ya da toplum hizmeti sunmak karşılığında gönüllü olarak harcamışlar ya da harcadıkları zamanın bedelini almışlardı. Her ne kadar kölelik eski Mısır'da uygulanan bir oluşum olsa da, bu anıtın yapımında İbrani olsun olmasın hiçbir köleden istifade edilmemişti. Bu sürecin lojistiğini Brier ve Hobbs şöyle ifade ediyor:
Nil'in suyunun her yıl iki ay süreyle Mısır'ın tarım arazilerini kapladığı ve hemen hemen tüm işgücünü rölantiye aldığı dönemler olmasaydı, bu yapıların hiçbiri hayata geçirilemezdi. Böyle zamanlarda bir firavun, çalışmanın karşılığında yiyecek ve tıpkı bu dünyada olduğu gibi hüküm süreceği öteki dünyada da ayrıcalıklı bir muamele vaadinde bulunurdu. Her yıl iki ay süreyle, ülkenin dört bir yanından on binlerce çalışan işçi, kalıcı bir ekibin yılın kalanında çıkardığı taş blokları taşımak amacıyla bölgeye gelirdi. Denetçiler, taşları tekerlekli araçlara nazaran ağır nesneleri kaygan kum üzerine taşımada kullanılan kızaklarla taşıyacak ekipler kurdular. Suyla kayganlaşan bir yol, yokuşu çıkarken kolaylık sağlıyordu. Taşların yerlerine sabitlenmesi amacıyla hiçbir harç kullanılmadı, ancak öyle bir şekilde monte edildi ki ortaya çıkan bu yüksek yapılar 4.000 yıldır ayakta kalmayı başardı. (17-18)
Her yıl Nil Nehri'nin taşması Mısırlıların geçimini sağlaması açısından çok önemliydi çünkü nehir yatağındaki zengin topraklar kıyıdaki tarım arazilerinin tamamına yayılıyordu; ancak aynı zamanda taşkın dönemlerinde bu arazilerde tarım yapmayı olanaksız kılıyordu. Bu dönemlerde hükümet, çiftçilerin büyük anıtlar yapımında çalışması karşılığında kendilerine iş sağlıyordu. Bu insanlar taşların taşınmasında, dikilitaşların dikilmesinde, tapınakların inşasında, günümüzde de insanları büyülemeye ve onlara esin kaynağı olmaya devam eden piramitlerin inşasında fiilen, bedenen çalışan kişilerdi.
Bu tür eserlerin, Mısırlıların görkemli kültüründen bahsetmek bir yana, sırf etnik kökenleri gereği bu duruma düşürülen ve kötü muamele gören kölelerin elinden çıktığı konusunda diretmek, onların emeklerine ve anılarına büyük bir saygısızlık olur. İncil'deki Çıkış Kitabı, Kenan diyarında yaşayan bir grup insanı diğerlerinden ayırt etmek amacıyla kasten yaratılmış kültürel bir mittir ve tarih olarak kabul edilmemelidir.
Mezar Yerine Kullanılan Büyük Piramit
Gösterilen onca çaba, tanrılarla insanlar arasında köprü olan ve mezarların içinde olabilecek en iyisini hak ettiği görülen kral adına görkemli biçimde tasarlanmış bir mezar inşa etmek için harcanmıştı. Büyük Piramit'in asıl amacına ilişkin teoriler hayalperestlikten başlayıp gülünçlüğe kadar uzanan bir geniş yelpazede karşımıza çıkmakta olup bu teoriler farklı yerlerde incelenebilir, ancak bu eseri ortaya çıkaran kültüre göre burası bir mezar, yani kralın ebedi yuvası olarak görülürdü.
Mısır'ın dört bir yanında kazılan mezarlar, en sade olanından Tutankamon'unki türünden zengin örneklerine kadar - diğer fiziki kanıtlarla beraber - eski Mısırlıların öldükten sonraki hayata olan inançlarını ve bu yeni dünyada ruhlarının refahından duydukları endişeleri gözler önüne sermektedir. Ölen kişinin mezarına her zaman çeşitli mezar eşyalarının konulmasının yanı sıra, daha gösterişli mezarların duvarlarında (bazı durumlarda Piramit Yazıtları adıyla bilinen) yazıtlar ve resimler de yer alırdı. Büyük Piramit, bu mezarların en görkemli biçimidir.
Büyük Piramit'in içinde şimdiye kadar hiçbir mumya ya da mezar eşyası bulunmamış olması, Büyük Piramit'in bir mezar olarak görülmesine yönelik argümanların başında gelmektedir. Bu argüman, antik çağlardan günümüze kadar gelen çok sayıdaki mezar soygunu kanıtını kasten göz ardı etmektedir. 19. yüzyıldan itibaren Mısırbilimciler Büyük Piramit'in antik çağda ve büyük olasılıkla Yeni Krallık döneminde (yaklaşık M.Ö. 1570-1069), Gize nekropolünün yerini günümüzde Teb yakınlarındaki Krallar Vadisi diye bilinen bölgenin almasıyla beraber yağmalandığını fark etmişlerdir.
Bu, Gize'nin unutulduğu anlamına gelmemektedir; Büyük Ramses (M.Ö. 1279-1213) gibi Yeni Krallık firavunlarının bölgeye büyük ilgi gösterdiğine dair çok sayıda kanıt bulunmaktadır. II Ramses bir saygı nişanesi olması açısından Gize'de bulunan Sfenks'in önünde küçük bir tapınak inşa ettirmiş ve kendisini bu bölgeyi korumaya adayan kişi de II. Ramses'in IV. oğlu olan Khaemweset olmuştu. Mısır'ı hiçbir dönem yönetmemiş olan Khaemweset, geçmişteki anıtları yeniden restore etme konusundaki çalışmaları çok iyi belgelenmiş bir veliaht prensti. Hatta kendisi, antik anıtların restorasyonu, korunması ve kayıt altına alınmasına yönelik çalışmalarıyla ve bilhassa Gize'deki faaliyetleriyle dünyadaki "ilk Mısırbilimci" unvanını taşımaktadır.
Dahası, Osiris Şaftı'nda - ve bölgenin çevresindeki öteki yerleşimlerde - yürütülen çalışmalar Üçüncü Ara Dönem'in 26. Hanedanlığı (yaklaşık M.Ö. 1069-525) ve Geç Dönem (yaklaşık M.Ö. 525-332) sırasında bölgede faaliyet olduğunu göstermektedir. Bu nedenle Gize, tüm Mısır tarihinde faal bir bölgeydi fakat Eski Krallık döneminde gördüğü ilgiye her zaman erişemedi.
Heredot, M.Ö. 5. yüzyılda yazdığı bir yazıda Büyük Piramit'in yağmalandığını ve günümüzde bölgeye gelen ziyaretçilerin piramidin içinde bulunan hazineleri kurtarmak isteyen Abbâsî Halifesi Memûn 'un yaklaşık 820 yılında açtırdığı Soyguncular (the Robbers) Tüneli'nden geçerek piramide girdiklerini bildirmişti. Halife'den öncesinde ve sonrasında da 19. yüzyıldaki kazı çalışmaları başlamadan önce piramidi soyan mezar hırsızlarının olduğu bilinmektedir. Khufu (Keops) döneminde piramidin içinde bulunan hazineler Eski Krallık döneminden itibaren herhangi bir zamanda yerinden çıkarılmış olabilir.
Gize Platosu
Khufu'nun ölümünden sonra yerine oğlu Kefren (hükümdarlık dönemi M.Ö. 2558-2532) tahta geçerek kendi piramidini babasının yanına inşa ettirmeye başladı. Kral Mikerinos (hükümdarlık dönemi M.Ö. 2532-2503) ise Kefren'den hemen sonra tahta geçerek Gize'deki ebedi yurdunu inşa ettirme konusunda benzer bir yaklaşım sergilemişti. Hem Kefren hem de Mikerinos, Kefren'in hükümdarlığı döneminde Büyük Gize Sfenksi gibi kendilerine ait tapınak kompleksleri ve anıtlar eklediler, ancak bu eserler Kufu'nun yaptırdıklarından nispeten daha küçük ölçekteydi.
Büyük Piramit'in neden en büyük ve diğer ikisinin giderek küçülen yapılar olduğu bir rastlantı ya da gizem değildir: Eski Krallık dönemi ilerledikçe, hükümetin dev yapı projelerine ağırlık vermesiyle beraber bu alandaki kaynaklar giderek azalmıştır. Mikerinos'nin halefi Şepseskaf (hükümdarlık dönemi M.Ö. 2503-2498), Mikerinos'un piramit kompleksini tamamlayacak imkanlara sahip olsa da kendisine bu kadar lüks bir yer ayıramamış ve Sakkara'da bulunan gösterişsiz bir mastaba (Antik Mısır uygarlığında, toprak altına gömülen ölülerin anısına, mezarın hemen üstüne kurulan tepesi düz odacık) mezarlığına gömülmüştü.
Yine de Gize önemli bir yer olarak görülmeye devam etti ve korunması amacıyla mevcut olduğu ölçüde maddi kaynak tahsis edildi. Gize yüzyıllar boyunca tapınakları, alışveriş yerleri, pazar yeri, konutları ve dayanıklı ekonomisiyle gelişen bir topluluk oldu. Gize'nin ıssız, terk edilmiş, esrarengiz bir ücra yerleşimi yeri olduğuna ilişkin günümüzde yapılan tartışmalar, Mısır'ın uzun tarihi boyunca bu yapı kompleksinin nasıl bir yer olduğuna ilişkin kanıtları görmezden gelmektedir.
Günümüzde platonun anıtların oluşan ıssız bir ücra yerleşim yeri olduğu yönündeki anlayış, bu anıtların inşa edildiği dönemde Gize'nin aslında ne durumda olduğuyla örtüşmeyen teorileri beslemektedir. Platonun altındaki esrarengiz tünellere ilişkin teoriler çürütülmüş olsa da Osiris Şaftı'na (Kefren geçidinin altında yer almaktadır ve yaklaşık 7.62 metre uzunluğundadır) ilişkin yapılan tartışmalar hala varlığını sürdürmektedir.
Bu yeraltı odaları kompleksi, Havas'ın öne sürdüğü gibi, büyük olasılıkla tanrı Osiris'in onuruna kazılmıştı ve kral Khufu'nun ilk gömüldüğü yerde olabilirdi ya da olmayabilirdi. Herodot, Khufu'nun etrafının sularla çevrildiği söylenen mezar odasını yazarken Osiris Şaftı'ndan (bu adla değil, ancak Havas tarafından yakın zamanda verilmiştir) söz etmekteydi.
Bu şaft ve odalarda yürütülen kazılarda Eski Krallık döneminden Üçüncü Ara Dönem'e kadar uzanan eserler bulunmuş ancak platonun altından çıkan tünellere rastlanmamıştır. Osiris, ölülerin efendisi olarak Gize'de mutlaka saygı görürdü ve onu öbür dünyanın hükümdarı olarak kabul eden yer altı odalarına Mısır tarihi boyunca sıkça rastlanırdı.
Her ne kadar Büyük Gize Piramidi (Keops Piramidi) ve burada bulunan diğer küçük piramitler, tapınaklar, anıtlar ve mezarlar Mısır tarihi boyunca saygı görmeye devam etse de, bu bölge M.Ö. 30 yılında Roma'nın işgali ve ardından ülkeyi ele geçirmesinden sonra çöküşe geçmişti. Romalılar tüm enerjilerini İskenderiye kentine ve ülkenin sağladığı bol miktarda ürüne yoğunlaştırarak Mısır'ı Roma'nın deyim yerindeyse " tahıl ambarı" konumuna getirdiler.
Bu bölge, Napolyon'un 1798-1801 Mısır Seferi sırasında eski Mısır kültürünü ve yapılarını belgelemek üzere bilim insanları ve akademisyenlerden oluşan ekibini de beraberinde getirmesine kadar nispeten göz ardı edilmişti. Napolyon'un Mısır'daki çalışmaları ülkeye başkalarını da çekerek ziyaret etmelerini, gözlem yapmalarını ve kendi kazı çalışmalarını gerçekleştirmelerini sağladı.
Antik Mısır, 19. yüzyıl boyunca dünyanın dört bir yanındaki insanların giderek artan bir ilgi odağı haline geldi. Antik kültürü kendi amaçları ya da bilim ve bilgi adına sömürmek ya da keşfetmek isteyen profesyonel ve acemi arkeologlar bu ülkeye akın etti. İlk kez İngiliz arkeolog Sir William Matthew Flinders Petrie tarafından tamamen profesyonellikle kazılan Büyük Piramit, günümüze kadar bu anıt üzerinde gerçekleştirilen çalışmaların zeminini hazırlamıştı.
Açıkçası Flinders Petrie, Büyük Piramit'in her ayrıntısını keşfetmekle ilgileniyordu ancak bunu anıtın kendisine zarar vermek pahasına gerçekleştirmiyordu. Kazılarını, incelediği eserin tarihsel gerçekliğini korumak amacıyla büyük bir titizlikle yürütmüştü. Günümüzde bu sağduyulu bir yaklaşım gibi görünse de, Flinders Petrie'den önceki pek çok Avrupalı kaşif, profesyonel ve acemi arkeologlar, antik hazineleri ortaya çıkarma ve eski eserleri sahiplerine ulaştırma hedeflerini sürdürürken her türlü koruma düşüncesini göz ardı etmişlerdir. Flinders Petrie, Mısır'daki antik anıtlarla ilişkin günümüzde de hala uygulanan protokolü oluşturdu. Petrie'nin bu öngörüsü ardından gelenlere ilham vermiş ve günümüzde insanların Büyük Gize Piramidi (Keops Piramidi) adıyla bilinen bu anıtı hayranlıkla ve beğeniyle izleyebilmeleri büyük ölçüde bu kişinin çabaları sonucunda gerçekleşmiştir.