Homo Naledi, 2013 yılında Kuzey Afrika’daki Rising Star Mağarası’nda keşfedilen ve bugüne kadar Afrika’da bulunan en büyük tek tür hominin[1] olma özelliği taşıyan soyu tükenmiş bir insan türüdür. Bu keşfin Paleoantropoloji alanında biraz da olsa sarsıcı etki yaratmasının sebebi iskeletin tuhaf özellikleri ve 236.000 ile 335.000 yaşlarında olması ile daha yakın tarihlerdeki hominin çeşitliliğine dikkat çekmesidir. Mağaraya erişimin oldukça güç olması nedeniyle bir zamanlar yaşamış en az 15 kişinin bedenlerine ait 1500’den fazla fosil titizlikle çıkarılmıştır. Paleontolog Lee Berger tarafından yürütülen projede, yepyeni bir yaklaşımla, sonuçlar sadece erişime açık yapılmakla kalmamış, aynı zamanda National Geographic’in yayınladığı canlı blog ve sosyal medya aracılığı ile bütün dünyanın kazı çalışmalarını anlık olarak izlemesine izin verilmiştir.
Homo nalediler kısa ve küçük elleri, küçük kafatasları ve çeşitli özellikleri bir arada barındıran bazı özellikleri ile Australopithecineleri[2] hatırlatırken el ve ayak gibi diğer özellikleri ile insansıları anımsatıyorlardı. Bunu takip eden bazı arkaik özellikleri Homo naledilerin yaklaşık 2 milyon yaşında olduklarına işaret etmekle birlikte, bilim insanları şimdiye kadar bu kemikleri tarihlendirmeyi başaramadılar ve ortaya koyulan tuhaf ve karışık durum onları geniş bir tarih aralığına götürdü. Bununla birlikte, kazı çalışmalarına katılanlar tarafından 9 Mayıs 2017’de yayımlanan bir makale, sonunda kalıntıları tarihlendirmeyi başararak bizi bu eziyetli bekleyişten kurtardı: Düşündüğümüzden çok daha genç olan kalıntılar yalnızca 236.000 ile 355.000 yaşları arasındaydılar. Dolayısıyla Homo nalediler, o dönemde zorlukla yürüyen modern insan ataları ile beraber Afrika’da aynı zamanda yaşıyorlardı. Homo naledi’nin tarihine bakıldığında, iskeletlere ait ipuçlarının, hele ki sadece belirli parçalar kalmışsa, bir fosilin yaşını tahmin etmekte pek de güvenilir bir kaynak olmadıkları anlaşılmaktadır. Erken hominin fosillerinin de bu anlamda yeniden değerlendirilmesi gerekebilir.
Keşif
Kuzey Afrika Witwatersrand Üniversitesi’nden Paleontolog Lee Berger Ağustos 2013’te, risk alarak eski öğrencisi ve mağaracı arkadaşı Pedro Boshoff’u keşif işine gönderdi. Pedro, eğlence amaçlı mağaracılık yapan Nick Hunter ve Steven Tucker’ı da çalışmaya dahil etti ve Rising Star mağarasında, yüzeyin 30 metre kadar altındaki bir odaya ulaşmaya çalışırken kemikleri buldular. Resimleri gördükten sonra, Berger’i ve o zaman 14 yaşında olan oğlu Matthew‘i büyük bir heyecanla gezdirdiler. Mağara içindeki o dar aralıktan sığacak kadar zayıf olan Matthew, kemiklerin fotoğrafını çekti ve babasına gösterdi. Böylelikle babası bunların gerçekten insan kemiği olduğunu onayladı.
Kazıların başlamasından kısa süre sonra, eğimli bir yolu takip ederek mağaranın başka bir bölgesine ulaşan Hunter ve Tucker, mağaranın ilk bulunan odasından 100 metreden de fazla derinlikteki iniş ve çıkışlar neticesinde daha fazla sayıda kemiğe rastladılar. İlk odaya Dinaledi (Sesotho’da ‘yıldızlar’), ve ikinci odaya Lesedi (Setswana’da ‘ışık’) isimleri verildi.
Yeraltı Astronotları
Böyle heyecanlı bir buluşu düşününce, kemikleri bulmak çok kolay olsaydı çok adaletsiz olurdu. Bu yüzden mağaranın bizzat kendisinin araştırmacıları ters köşe yapması iyi bir şeydi.
Dinaledi odasına ulaşmak için, bir ordunun bile gurur duyacağı engel parkurunu aşmak gerekiyordu. İçeri girdikten ve kayaların arasında sıkışarak aşağı inen dar bir patikadan geçtikten sonra, bir merdivenden (bu kazı için yapılmış) iniliyor ve ilk dar geçide ulaşılıyordu. “Superman’s Crawl” (Supermen’in Sürünmesi) denilen ve 7 metre uzunluğunda olan bu geçitten çıkabilmek için hemen herkesin tek kolunu kafalarının üzerine uzatmış halde emeklemesi gerekiyordu. Biraz daha açacak olursak, 20 metre uzunlukta ve yatay tırtıklı ve sivri uçlu kayaların üzerinden bir tırmanış ile “Dragon’s Back” (Dragon’un Sırtı) beliriyordu. 50 metreden de fazla altta olan odanın girişini oluşturan 18 cm genişliğindeki deliğe ulaşmadan önce 1 metre genişliğindeki boşluğun geçilmesi gerekiyordu.
Mağaranın şartlarını göz önünde bulunduran Berger, (her tür fazla kilo kaya duvarları arasında kalıcı olarak ezilerek kaybolacaktır), Facebook üzerinden zayıf ve klostrofobisi olmayan tecrübeli paleontologları göreve çağırdı. Kazıyı gerçekleştirmek için seçilen 6 kişinin hepsi kadındı: Marina Elliott, Lindsay Eaves, Elen Feuerriegel, Alia Gurtov, Hannah Morris and Becca Peixotto. Bu kişiler artık “yer altı astronotları” olarak bilineceklerdi.
Kemikler
Kemikler her iki odada da darmadağın hâldeydi ve muhtemelen tümü kurtarılamamıştı. Dinaledi odasında en az 15 birey ve Lesedi odasında (tarihi hâlâ belirsiz) ise iki yetişkin ve bir çocuk olduğu sanılan kişiler vardı ve hepsi Homo Nalediye aitti.
Naledilerin bir takım değişik özellikleri, türlerin nasıl geliştiği ile ilgili fikirlerimizi alt üst ediyor. Onlar küçük insanlardı; bir kişi 146 cm boyunda tahmin edilirken -ki bu onları Homo erectus kadar olmasa da Australopithecuslardan uzun yapar- ağırlığı ortalama 40kg ile 56 kg arasına denk geliyordu. Lesedi odasında bulunan biraz daha fazlaca 610 cc civarında olmasına karşın kafatasları Australopithecusların beyinlerini andırmasına ve kendi boylarında olsa da 560 cc ile 465 cc hacminde ve küçüklerdi. Bununla birlikte, Homo naledinin çenesi ve dişleri dahil kafatası şekli erken Homo türlerinden olan Erectus, Habilis veya Rudolfensise benzemektedir. İnsan benzeri özellikleri, becerikli eller (dikkat çekici şekilde kıvrık parmaklar ile), bilekler, omurga, çok insansı ayak ve alt uzuvları ile devam ediyordu. Kafa karıştıcı bir tezatlıkla, leğen kemiği, geniş göğüs kafesi ve omuzları ise yine Australopithecusa benzer.
Çünkü bunlar belli ki dik yürüyorlardı ve elleri bazı nesneleri (mağarada hiç bulunamamış olsa da) teorik yönden parçalayacak kadar becerikliydi. Ayrıca Homo-esque tipinde bir kafatası şekli ve küçük dişleri vardı. Dolayısıyla tahmin edilen hayat tarzı onları Australopithecusdan ziyade Homo cinsine götürüyordu.
Bulguların Yorumlanması
Peki Homo naledi’lerin kökleri nereye uzanıyordu? Berger’e göre bu tür, “hominin” türleri arasında en az 900.000 ve hatta daha fazla zamandır yer alıyor olmalıydı. Berger ve ekibi Homo naledi’lerin köklerine dair üç farklı varsayım ileri sürmüşlerdi. İlk olarak, bunların kökenleri, Homo habilis, Homo rudolfensis, Homo floresiensis ve Australopithecus sedibaa kadar varan karışık alt kolların birinde yer alıyor olabilirdi. İkincisi, Homo erectus ve bizi de içeren büyük kafalı diğer Homo ailesine kardeş bir tür olabilirdi. Üçüncüsü, Homo sapiens, Homo antecessor ve diğer arkaik insan denilen türler arasında yayılan bir grupla akrabalığı vardı. Homo naledi’nin mozaik anatomisi, özellikle kendi dönemindeki türlere göre daha uzun yaşamış olan dayanıklı Australopithler ve insansı türlerin erken bir karışımının sonucu olarak türemiş olabilir. Homo naledi, bu erken hibritleşme sonrası uzunca bir dönem daha yaşamış olabilir.
Homo naledi’nin kemikleri, bu insanların hayat stillerinin çok özgün olmadığını fakat Homo sapiens ve Homo erectusunkine benzer bir ortamda yaşadıklarını öne sürmektedir. Yakın zamanda yapılan bir araştırmada naledinin dişlerinde küçük çentikler bulundu. Bu durum sert ve belki de iri kumla karışmış yiyecekleri çiğnediği anlamına gelebilir. Her ne kadar Rising Star Mağarası’nda hiç bir alet bulunmasa da Homo naledinin elleri teorik olarak dişlerinin yardımıyla, en azından araç gereç ile uğraştıklarını gösteriyor. Yaşadıkları tahmin edilen tarihin yarattığı şaşkınlıkla beraber -kemikler 236,000 ile 335,000 yaşlarına denk geliyordu-, Naledi türü, Orta Paleolitik Dönem’e ait araç gereçlerin yaratıldığı zaman diliminde ve aynı yerde, Kuzey Afrika civarlarında bugüne kadar bulunan tek insan türü olabilir.
Anlaşılamayan kısım ise, bu kemiklerin bir mağaranın bu kadar garip ve ulaşılması zor yerine nasıl geldiği idi. Araştırmalar, Dinaledi odasına ulaşmanın neredeyse Homo naledilerin günlerindeki kadar zor olduğunu gösteriyordu ve en önemlisi, ani çöküş olmaması mağaradaki geçitlerin bir çeşit ölüm tuzağı olmadığı anlamına geliyordu. Mağaranın tortusu, bize bu kemiklerin su vasıtasıyla mağaranın başka bir yerinden sürüklendiğini gösteren bir delil de sunmuyordu. Ayrıca, kemiklerde vahşi bir hayvan tarafından parçalandıklarına veya diğer insanlar tarafından kesilip mağaraya sürüklendiklerine dair herhangi bir belirti yoktu. Lesedi kalıntıları da tüm bunlarla ilişkiliydi. Tek mantıklı açıklama, bu insanlar bilinçli bir şekilde buraya gömülmüş olmalarıydı. Bu gömülerin herhangi bir sembolleşmiş ritüelden gelip gelmediği bilinmiyor olsa da gömme eyleminin motivasyonu en basitinden meraklı mağara aslanlarının yemek masasına gelmelerini engellemek için çürüyen bedenlerden kurtulma isteği veya daha sosyolojik ve sembolik nedenler olabilir.
Hominin evrimine yönelik görüşlerimizin yansımaları
Homo naledi’nin en güncel tarihlendirmesi insan evrimi kapsamında ilgili dönem için bir nebze aydınlatıcı olmuştur. Daha önce herkes tarafından bilinen bu tarz primitif özellikleri barındıran insanların herhangi bir yerde bu kadar yakın zamana kadar yaşamaya devam etmediği fikri değişmiş ve ayrıca inatçı (ve kısa) Homo floresiensis’lerin açıklanmansına da yardımcı olmuştur. Bu aynı zamanda, eğer iskeletin sadece belirli bir parçası bulunmuşsa, türlerin tarihlerinin hatasız biçimde belirlenemeyeceği anlamına gelmekteydi. Eğer Homo naledi’nin sadece omuzlarını ve göğüs kafesini bulabildiğimizi ve diğer insan benzeri yerlerini bulamamış olduğumuzu bir düşünün! Eski fosilllerin tarihlendirilmesini, bu tuzağa düşmemek adına yeniden değerlendirmek hiç de kötü bir fikir değil. Tropik ve alt ekvatoral Afrika’da birbirinden oldukça uzak insan türlerinin ve birbirinden farklı görünen insanlarla, zamanında aynı dönemde bulunduğu artık kesinleşmiştir. Dolayısıyla, Homo’nun evrim yolculuğunda çeşitlilik çok ama çok önemli bir kelimedir.