Tapınak Şövalyeleri yaklaşık 1119 yılında kurulmuş ve kendilerine 1129 yılında Papalık tarafından tanınmışlardır. Tarikatın üyeleri, Orta Doğu ve diğer yerlerdeki Hristiyan kutsal mekanlarını ve hacılarını korumak amacıyla savaş yeteneklerini manastır yaşamıyla birleştiren Katolik bir orta çağ askeri tarikatıydı. Kudüs ve ardından Akka'da (İsrail'in kuzeyinde Akdeniz kıyısında bir kent) merkezleri bulunan Tapınakçılar, Haçlı ordularının önemli ve elit bir parçasıydılar.
Nihayetinde Tapınak Şövalyeleri giderek güçlenmiş ve hem Levant'taki hem de Avrupa'daki kaleleri ile arazileri kontrol altına almışlardır. Sapkınlıkla, yolsuzlukla ve yasaklı uygulamalarda bulunmakla suçlanan bu tarikat, 13 Ekim 1307 Cuma günü Fransa Kralı IV. Philip (hükümdarlık dönemi 1285-1314) tarafından ele geçirilmiş ve ardından 1312 yılında V. Papa Clement (hükümdarlık dönemi 1305-1314) tarafından resmen tasfiye edilmiştir.
Tarikatın Kuruluşu ve Erken Tarihi
Tarikat, yaklaşık 1119 yılında Champagne'lı bir soylu olan Fransız şövalye Payns'lı Hugh liderliğindeki yedi şövalyenin Kudüs ve Kutsal Topraklar'daki Hristiyan hacı adaylarını koruyacaklarına dair ant içmeleri ve böylece aralarında yoksulluk yemininin de bulunduğu manastır yeminleri eden ve davranış kuralları belirlenmiş olan dışa kapalı bir topluluk içinde birlikte yaşayan bir kardeşliğin kurulmasıyla oluşmuştur. Bu kardeşlik 1120 yılında Kudüs Krallığı'nın kralı olan II. Baldwin (hükümdarlık dönemi 1118-1131) tarafından şövalyelere merkez olarak kullanmaları üzere Kudüs Tapınak Tepesi'ndeki tarihi Mescidi Aksâ kompleksini tahsis etti. Bu yapı genellikle 'Süleyman Tapınağı' adıyla anılıyordu ve bu nedenle kardeşlik kısa sürede 'Süleyman Tapınağı Şövalyeleri Tarikatı' ya da kısaca 'Tapınakçılar' olarak tanındı.
Papa II. Honorius (hükümdarlık dönemi 1124-1130) tarafından Ocak 1129'daki Troyes Konsili'nde resmen bir tarikat olarak tanındılar (bu türden oluşturulan ilk askeri tarikat) ve Tapınakçılar önceleri Sistersiyenlerin bir kolu kabul ediliyordu. Tarikatın şövalyelerine 1145 yılında, Sistersiyen rahiplerin kendilerine özgü yaptıkları beyaz kukuletalı harmaniyeleri (kalın pelerin) taşıma hakkı tanındı. Çok geçmeden şövalyeler kendilerine özgü beyaz pelerini benimsediler ve üzerinde beyaz renkte kırmızı bir haç bulunan amblemi kullanmaya başladılar. Dini doktrin açısından, haklı bir dava olması durumunda - Haçlı Seferleri ve Kutsal Toprakların savunulması tam da böyle bir davaydı - savaşmaya engel bir durum yoktu ve bu nedenle tarikat Kilise'nin resmi desteğini aldı. Tapınak Şövalyeleri'nin yer aldığı ilk büyük savaş 1147 yılında İkinci Haçlı Seferi (1147-1149) sırasında Müslümanlarla yapılan savaştı.
Levant'taki küçük Hristiyan devletlerin korunmasında oynadıkları önemli rolü fark eden taraftarların bağışlarıyla tarikat giderek büyümüştü. Diğerleri, en alt tabakadan en zengine kadar, yalnızca hem öbür dünyada daha iyi bir yaşam hem de bağışta bulunanlar dua ayinlerinde anıldığı takdirde bu dünyada daha iyi bir yaşam sağlamak üzere ellerinden geldiğince bağışta bulunuyorlardı. Bağışların her türlüsü yapılıyordu, ancak para, toprak, at, askeri mühimmat ve gıda ürünleri en sık yapılan bağışlardı. Kimi zaman tarikatın kendi masraflarından kısmasına yardım eden imtiyazlar da bağışlanıyordu. Ayrıca Tapınakçılar paralarıyla yatırım yaparak kazanç sağlayan mal mülkler satın alıyorlardı; böylece tarikat çiftliklere, üzüm bahçelerine, değirmenlere, kiliselere, beldelere ya da yatırım amaçlı olduğunu düşündükleri her şeye sahip oluyordu.
Başarılı seferler sonucunda elde edilen ganimetler ve kazanılan yeni topraklar tarikatın kasasını doldururken, aynı zamanda fethedilen kentlerden, Temple Kaleleri kontrolündeki topraklardan ve Doğu Akdeniz'deki (Levant) zayıf olan yabancı devletlerden de haraç alınabiliyordu. Nihayetinde tarikat Batı Avrupa'daki pek çok devlette bağlı birimler kurmayı başardı ve bunlar hem ciddi gelir kaynakları hem de yeni üyeler elde edilen yerler haline geldi.
Avrupa'nın her köşesinden akan paralar bulunuyordu, ancak bunun karşılığında ödenmesi gereken yüksek maliyetler de mevcuttu. Şövalyelerin, onların yamaklarının, atlarının (şövalyelerin genellikle dörder tane olurdu), zırhlarının ve mühimmatlarının bakımını sağlamak Tapınakçılar'ın mali durumunu olumsuz etkiliyordu. Ayrıca yerel ileri gelenlere yapılacak ödemelerin yanı sıra devletin ödemesi gereken vergiler, Papalığa yapılacak bağışlar ve bazen de kiliseye verilecek aşar vergileri vardı; bu arada ayinlerin ve diğer hizmetlerin de hiç de azımsanmayacak maliyetleri bulunuyordu. Tapınakçılar aynı zamanda hayır amaçlı çalışıyorlardı ve yoksullara yardım etmeleri gerekiyordu. Örneğin üretilen ekmeğin onda biri muhtaçlara sadaka olarak dağıtılıyordu. Nihayet, yaşanan askeri açıdan felaketler hem insan hem de mal kaybının muazzam boyutlara ulaşmasına neden olmuştur. Tapınakçıların hesapları tam olarak bilinmemektedir, ancak büyük olasılıkla bu tarikat hiçbir zaman herkesin sandığı kadar zengin olmamıştır.
12. yüzyılın ortalarından itibaren Tapınakçılar nüfuzlarını genişleterek İspanya ve Portekiz'deki farklı hükümdarlar adına İberya'daki Haçlı Seferlerine ("Yeniden Fetih") katıldılar. Ayrıca paganlara karşı düzenlenen Baltık Haçlı seferlerinde de faaliyet gösteren Tapınak Şövalyeleri, 13. yüzyıla gelindiğinde artık İngiltere'den Bohemya'ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada topraklara sahipti ve emrinde bulunan muazzam kaynaklarla (insan, silah, mühimmat ve büyük bir deniz filosu) gerçek manasıyla uluslararası bir askeri tarikat haline gelmişti. Tapınakçılar, Hospitaller Şövalyeleri ve Töton Şövalyeleri gibi diğer askeri tarikatların da örnek alacağı bir model oluşturmuşlardı. Yine de Tapınakçıların gerçekten üstün oldukları bir alan vardı: bankacılık.
Orta Çağ Bankacıları
Yerli halkın güvenilir bir yer saydığı Tapınakçı cemaatleri ya da manastırları nakit para, değerli mücevherler ve mühim belgeler karşılığında saklanan birer depo haline gelmişti. Tarikatın kendine ait nakit kaynakları bulunuyordu ve bu birikimler 1130 yılı gibi erken bir tarihten itibaren faiz getirili borçlar halinde kullanıma sunulmuştu. Hatta Tapınakçılar insanların bir manastıra para yatırıp, gerekli belgeleri göstermeleri durumunda, bu parayı başka bir manastırdan aktarmalarına ve sonra da çekmelerine bile müsaade ediyorlardı. Başka bir erken dönem bankacılık hizmetinde, insanlar Tapınakçılar'da günümüzde cari hesap denilen bir hesap tutabiliyor, buraya düzenli mevduat yatırabiliyor ve Tapınakçılar'ın bu hesap sahibi adına, belirlenen kişilere belirli miktarlarda ödemelerde bulunmasını sağlayabiliyorlardı. 13. yüzyıla gelindiğinde, Tapınakçılar o denli yetkin ve güvenilen bankacılar haline gelmişlerdi ki, dönemin Fransa kralları ve öteki soylular kendi hazinelerini tarikatta tutuyorlardı. Haçlı Seferleriyle Kutsal Topraklara giden krallar ve soylular, ordularının ödemelerini yerinde yapmak ve erzak gereksinimlerini gidermek amacıyla, çoğu kez daha sonra Levant'ta geri çekilmek üzere Tapınakçılara büyük miktarlarda nakit para gönderirlerdi. Hatta Tapınakçılar yöneticilere borç para bile vermiş ve böylece geç dönem Orta Çağ Avrupa'sının giderek artan karmaşık mali yapısında önemli bir unsur haline gelmişlerdi.
Teşkilatlanma ve Üye Alımı
Fransa en büyük tek kaynak olmasına rağmen, katılımlar tüm Batı Avrupa'dan geliyordu. Her yerdeki Hristiyanları, bilhassa da Kutsal Toprakları ve kutsal mekanları savunmak gibi dini bir vazife duygusuyla, işledikleri günahların kefaretini ödeme amacıyla, cennete girişi güvence altına almak üzere ya da macera arayışı, şahsi kazanç, sosyal yükseliş ya da yalnızca düzenli bir gelir ile iyi bir öğün yemek gibi dünyevi nedenlerle bu göreve talip oluyorlardı. Yeni katılanlar meşru yollardan doğmuş özgür erkekler olmak zorundaydı ve Orta Çağ şövalyesi olmayı istiyorlarsa 13. yüzyıldan itibaren şövalye soyundan gelmeleri gerekiyordu. Nadir de olsa evli bir erkek de eşinin kabul etmesi koşuluyla katılabilirdi. Pek çok kişinin tarikata girerken önemli bir bağışta bulunması beklenirdi ve borçlanmak yasak olduğu olduğundan, tarikata katılacak kişinin mali durumu kesinlikle göz önünde bulundurulurdu. Her ne kadar bazı reşit olmayanlar tarikata katılmış olsalar da (elbette aileleri tarafından, aile mirasını devralmayacak küçük oğulları adına faydalı bir askeri eğitim umuduyla gönderiliyorlardı), Tapınakçılar'a yeni katılanların çoğu 20'li yaşlarının ortalarındaydı. Kimi zaman yeni katılanlar geç yaşlarda oluyordu. Buna bir örnek, pek çok soylu gibi ölümünden hemen önce tarikata katılan, onlara vasiyetinde para bırakan ve bu yüzden Londra'daki Tapınak Kilisesi'ne gömülen büyük İngiliz şövalyesi Sör William Marshal'dır (ölümü 1219).
Tarikat bünyesinde iki sınıf vardı: şövalyeler ve serjenler, ikinci grupta asker olmayan kişiler ve sıradan kişiler yer alıyordu. Çoğu üye bu ikinci gruptan seçilirdi. Nitekim tarikat genelinde şövalye sayısı şaşırtıcı derecede düşüktü. Gerçekte, tarikat genelindeki şövalye sayısı şaşılacak derecede azdı. Her seferinde belki yalnızca birkaç yüz öz kardeş Tapınak Şövalyesi vardı ve bu sayının yoğun savaş dönemlerinde kimi zaman 500'e kadar çıktığı olurdu. Bu şövalyelerin sayısı, tarikat tarafından kullanılan piyadeler (serjenler ya da vasal topraklardan gelen yeni gelenler) ve paralı askerler (bilhassa okçular) gibi diğer askerlerin yanı sıra, yamaklar, yük taşıyıcılar ve diğer savaşçı olmayan kişiler tarafından büyük ölçüde fazla sayılırdı. Tarikatın diğer üyeleri arasında rahipler, zanaatçılar, emekçiler, hizmetkarlar ve hatta tarikata bağlı rahibe manastırlarına üye olan bazı kadınlar da mevcuttu.
Tarikata, bir güç piramidinin en tepesinde duran Büyük Üstat liderlik ediyordu. Manastırlar, ruhban okulları adıyla bilinen coğrafi bölgeler halinde gruplara ayrılmıştır. Doğu Akdeniz (Levant) gibi sıkıntılı bölgelerde pek çok manastır kalelerde yer alırken, başka yerlerde tarikatın sahip olduğu toprakları kontrol etmek amacıyla kurulmuştu. Her manastır bir 'başöğretmen' ya da 'komutan' tarafından yönetilir ve kendi manastırının bulunduğu manastırın başkanına bildirilirdi. Mektuplar, belgeler ve yeni haberler tarikatın mührünü (genellikle tek bir at üzerinde iki şövalye) taşıyarak manastırlar arasında gidip gelir, bu sayede birbirinden uzak olan gruplar arasında birliği sağlamak amaçlanırdı. Rahibeler genellikle elde ettikleri gelirin üçte birini tarikat merkezine gönderirlerdi. Büyük Üstat Kudüs'teki merkezde, 1191'den itibaren Akka'da ve 1291'den sonra da Kıbrıs'ta bulunurdu. Bu merkezde kendisine Büyük Komutan ve Mareşal gibi diğer yüksek rütbeli yetkililerin yanı sıra giyim gibi belirli malzemelerden sorumlu alt rütbeli yetkililer de yardım ediyordu. Tarikatın dört bir yanından gelen temsilcilerin zaman zaman bir araya geldiği oturumlar ya da toplantılar ve taşra seviyesindeki oturumlar da düzenlenirdi, ancak görünüşe göre yerel manastırlarda önemli ölçüde bağımsız hareket edilirdi ve bu konuda yalnızca ağır kusurlu davranışlara karşı yaptırım uygulanırdı.
Kılık Kıyafet ve Kurallar
Şövalyeler tarikata girerken tıpkı manastırlarda olduğu gibi ant içerdi, ancak bu kadar katı değillerdi ve her zaman toplu olarak kaldıkları yerde bulunma zorunluluğu yoktu. Büyük Üstad'a bağlılık verilmesi gereken en önemli sözlerden biriydi, kiliseye devam etmek zorunluydu, aynı şekilde bekar kalmak da mecburiydi ve toplu olarak yenilen yemekler (tek tük de olsa her gün et yenirdi) veriliyordu. Dünyevi zevklere müsaade edilmezdi ve bunlar arasında avcılık ve seyyar satıcılık gibi özünde şövalyelere has eğlenceler ve normal şövalyelerin ünlü olduğu gösterişli kıyafetler ve silahlar giymemek de vardı. Örneğin, kemerler genellikle bir süsleme aracıydı, ancak Tapınakçılar iffeti sembolize etmek açısından yalnızca basit bir yün kordon kemer takarlardı.
Tapınak şövalyeleri daha önce de değinildiği gibi zırhları üzerine beyaz bir pelerin giyer ve sol göğüslerinde kızıl bir haç taşırlardı. Kızıl haç aynı zamanda atların üzerinde ve tarikatın flamasında da yer alırdı. Böylece Hospitaller Şövalyeleri'nden (siyah üzerine beyaz bir haç taşırlardı) ve Töton Şövalyeleri'nden (beyaz üzerine siyah bir haç taşırlardı) ayrılırlardı. Bunun aksine Tapınakçıların kalkanları genellikle beyazdı ve üst kısmında kalın bir siyah yatay çizgi bulunurdu. Serjenler kahverengi ya da siyah bir harmaniye ya da cüppe giyerlerdi. Tapınakçıların bir diğer ayırt edici özelliği de hepsinin sakal bırakması ve (ortaçağ standartlarına göre) kısa saçlara sahip olmasıydı.
Diğer bazı askeri tarikatların aksine, kardeş şövalyeler kendilerine has kişisel mülklere (taşınabilir ya da sabit) sahip olabilirlerdi. Giyim konusunda da işler biraz daha az katıydı; Tapınak Şövalyeleri'nin bahar ve yaz aylarında keten giymelerine izin veriliyordu (yalnızca yün değil), bu kararın sıcak iklimlerdeki üyeler nezdinde takdir edildiğine hiç kuşku yoktu. Toplu olarak Kurallar olarak bilinen tarikat kurallarından herhangi birine uyulmadığı takdirde, üyeler ayrıcalıklarının geri alınmasından kamçı cezasına ve hatta ömür boyu hapse kadar varabilen cezalara çarptırılırlardı.
Haçlı Seferleri
Mızrak, kılıç ve arbalet konusunda yetenekli ve sağlam zırhlı olan Tapınak Şövalyeleri ve öbür askeri tarikat üyeleri bir Haçlı ordusundaki en iyi eğitimli ve donanımlı kişilerdi. Dolayısıyla, genellikle sahadaki bir ordunun yan taraflarını, önde gidenlerini ve arkasında kalanları korumak amacıyla görevlendirilirlerdi. Tapınakçılar bilhassa sıkı bir düzen içinde düşmanın hatlarını aşarak ilerlemelerini takiben müttefik birliklerin faydalanabileceği bir kargaşaya yol açtıkları disiplinli süvari hücumlarıyla tanınırlardı. Ayrıca hem savaşta hem de ordugahta son derece disiplinliydiler; emirleri yerine getirmeyen şövalyelere ağır cezalar verilirdi; bunlara dikkatsizlik sonucu kılıcını ya da atını kaybeden birinin tarikattan ihraç edilmesi de dahildi. Yine de tarikat bir bütün halinde bir Haçlı Seferi komutanının kontrolü altında tutması güç olabilirdi, zira bu birlikler genellikle şan ve şöhret kazanmak konusunda oldukça azimli ve hevesli birliklerdi.
Tapınakçılara sık sık Antakya'nın kuzeyindeki Amanus gibi önemli geçitleri savunma görevi verilirdi. Haçlı devletlerinin insan gücü eksikliği nedeniyle kendi başlarına koruyamadıkları toprakları ve kaleleri ele geçirdiler. Ayrıca Hristiyan Doğu'yu daha iyi savunmak için yıkılmış ya da tamamen yeni kaleleri yeniden inşa ettiler. Tapınakçılar hacıların koruyucusu olarak asıl işlevlerini de hiçbir zaman unutmadılar ve Levant'taki haç yolları boyunca pek çoğu küçük kaleyi korudular ya da koruma görevi üstlendiler.
Her ne kadar 1189-91'de Akka, 1218-19'da Dimyat ve 1204'te İstanbul kuşatması gibi pek çok başarı elde etmiş olsalar da, süreç içinde bazı büyük yenilgiler de yaşadılar ve savaşçılık konusundaki ünleri nedeniyle Tapınakçılar yakalandıklarında genellikle infaz edilmeyi beklerlerdi. Gazze'de Ekim 1244'te yapılan Harbiye Muharebesi'nde bir Eyyûbî ordusu kalabalık bir Latin ordusunu yenilgiye uğratmış ve 300 Tapınak Şövalyesi öldürülmüştü. 1187'de Mısır ve Suriye Sultanı Selahaddin'in (hükümdarlık dönemi 1174-1193) ordusu tarafından kazanılan Hıttin Muharebesi'nden sonra esir alınan 230 Tapınak Şövalyesi'nin başları kesildi. Dönemin yaygın bir uygulaması olarak, tarikatın daha önemli üyelerinin fidye karşılığında serbest bırakılması söz konusuydu. Aynı savaştan sonra esir alınan Üstat'ın serbest bırakılmasını sağlamak amacıyla Gazze'deki Tapınak Kalesi'nden vazgeçilmek durumunda kalındı. Bir başka ağır yenilgi de 1250'de Yedinci Haçlı Seferi (1248-1254) esnasında Mısır'daki Mansûre Muharebesi'nde yaşandı. Yine de manastırlardan oluşan geniş bir ağ, her zaman kaynak ve insan gücü kayıplarını karşılayabilecek gibi görünüyordu.
Eleştiriler, Yargılamalar ve Yürürlükten Kaldırmalar
Büyük oranda kendilerine özgü bir kanun ve güçlü bir askeri tehlike oluşturan Batılı yöneticiler, bilhassa geniş bir toprak parçası ve para kaynağı toplamaya başladıklarında, bu askeri tarikatlara karşı temkinli yaklaşmaya başladılar. Tapınakçılar da diğer askeri tarikatlar gibi sahip oldukları ayrıcalıkları kötüye kullanmak ve mali ilişkilerinden olabildiğince fazla kazanç elde etmekle suçlanıyordu. Yolsuzlukla ve aşırı gurur ile açgözlülüğe kapılmakla suçlanıyorlardı. Eleştirmenlere göre aşırı derecede sakin bir hayat yaşıyorlardı ve Kutsal Savaş sırasında asker bulundurmak amacıyla harcanabilecek paraları ziyan ediyorlardı. Başta Hospitalierler olmak üzere diğer muhalif tarikatlarla mücadele etmek pahasına kaynaklarını israf etmekle suçlandılar. Ayrıca, keşişlerle savaşçıların birbirine uyumlu bir birliktelik olmadığına dair eski bir sav da bulunuyordu. Kimileri tarikatı Müslümanları dinlerinden döndürmekle uğraşmayıp yalnızca onları ortadan kaldırmakla suçluyordu. Tüm bu eleştiriler çoğunlukla tarikatın faaliyetleri konusundaki bilgisizlikten, gerçek manasındaki servetlerinin mübalağa edilmesinden ve yaygın bir haset ile kuşku duygusundan kaynaklanıyordu.
13. yüzyılın sonuna gelindiğinde, pek çoğu askeri tarikatların herkesin yararına olamayacak kadar bağımsız olduğunu ve onları hem Kiliseye hem de her bir devletin yöneticilerine karşı sorumluluk sahibi kılmak amacıyla tek bir yapı altında birleştirmenin en iyi çözüm olduğunu düşünüyordu. Ardından, yaklaşık 1307'den itibaren Tapınakçılara yönelik çok daha ciddi suçlamalar ortaya atıldı. Bu kişilerin İsa'nın Tanrı olduğunu, çarmıha gerilişini ve haçı inkâr ettikleri söyleniyordu. Söylentilere göre kardeşliğe kabul töreni bir haçın ayaklar altına alınmasını, üzerine tükürülmesini ve üzerine pislenmesini kapsıyordu. Yapılan bu suçlamalar bilhassa Fransa hükümeti tarafından halka duyuruldu. Sıradan din görevlileri de bu tarikatın, her türlü yerel kilisenin kazanç sağlayabileceği cenaze gömme gibi haklarını elinden almasını kıskanıyorlardı. Siyasi ve dini kurumlar Tapınakçıları ortadan kaldırmak amacıyla bir araya geliyordu. Doğu Akdeniz'deki (Levant) Haçlı devletlerinin varlığını 1291'de yitirmiş olması bu durumu tetikleyen bir unsur olabilirdi (her ne kadar pek çok kişi bu devletleri yeniden ele geçirmenin mümkün olduğunu düşünse de, bunun için askeri tarikatlara ihtiyaç vardı).
Fransa Kralı IV. Philip 13 Ekim 1307 Cuma günü ülkedeki tüm Tapınakçıların tutuklanması emrini verdi. Bu emri verme nedeni tam olarak açıklığa kavuşmuş değildir, ancak günümüz tarihçileri Tapınakçıların yarattığı askeri tehdidi, sahip oldukları serveti elde etme arzusunu, papalık karşısında siyasi ve saygınlık açısından avantaj elde etme fırsatını ve hatta Philip'in tarikat aleyhindeki söylentilere gerçekten inandığını öne sürmektedirler. İsa'nın inkârı ve haça yapılan saygısızlıklara, homoseksüel uygulamaları, uygunsuz öpüşmeyi ve putlara tapınmayı özendirme suçlamaları da eklenmişti. Başlangıçta Papa V. Clement (hükümdarlık dönemi 1305-1314) her şeyden önce kendi askeri tarikatlarından birine yapılan bu asılsız suçlamayı savundu, ancak Philip aralarında Büyük Üstat Molay'lı James'in de bulunduğu birkaç Tapınakçıdan itiraf almayı başardı. Bunun neticesinde Papa, Batı Avrupa'daki tüm Tapınakçıların tutuklanmasını emretti ve mal varlıklarına el konuldu. Tapınakçılar, bir kaçının 1308'e kadar kalelerinde direndiği Aragon bölgesi haricinde direnemediler.
Bunun ardından 1310 yılında Paris kentinde bir duruşma yapıldı ve 54 kardeş kazığa bağlanarak yakıldı. Tarikatın Büyük Üstadı Molay'lı James ve Normandiya başrahibi Charney'li Geoffrey de 1314'te yine Paris'te yakıldılar; bunlardan ilki cenazesi yakılmak üzere götürülürken hala masum olduğunu iddia ediyordu. Ancak tarikatın bir bütünü açısından akıbeti 1311 Viyana Konsili tarafından karara bağlandı. Tarikatın Avrupa'daki faaliyetleri konusunda geçen üç yıl içinde gerçekleştirilen incelemeler ve (büyük olasılıkla işkence yoluyla elde edilen) itiraflar değerlendirildi. Fransa ve İtalya'daki şövalyelerin pek çoğu ve İngiltere'den üç şövalye tüm suçlamaları itiraf ederken, Kıbrıs ya da İber yarımadasından gelen en ciddi suçlamalarla bağlantılı olanlar konusunda kimse bunu yapmadı. Savunmalarını yapmak üzere çağrılan bir grup şövalye ise bu davete icabet etmedi ve Philip konsile vardığında, Papa 3 Nisan 1312'de tarikatın resmen dağılarak yok olduğunu duyurdu, ancak gerekçe suçluluk kararından ziyade tarikatın itibarının zedelenmesiydi. Suçlamalara ilişkin somut kanıtlar - kayıtlar, heykeller vs. - hiçbir zaman ortaya çıkmadı. Buna ek olarak, pek çok şövalye zaten mahkum edilmiş olsalar bile sonradan itiraflarını geri çekmiş ve bunu yapmak hiçbir amaca hizmet etmemişti.
Eski Tapınak şövalyelerinin çoğu zorla uzaklaştırıldı ve başka bir askeri tarikata katılmaları yasaklandı. Tapınakçıların mal varlıklarının pek çoğu 2 Mayıs 1312'de Papa'nın emriyle Hospitalier Şövalyelerine devredildi. Ancak çok sayıda toprak ve para, bilhassa Kastilya'daki soyluların ceplerine girdi. Bunun dışında Tapınakçılara yönelik saldırının öteki askeri tarikatlara çok az etkisi olmuştu. Bunların hepsini tek bir birim altında bir araya getirme yönündeki tartışmalar boşa çıktı ve büyük olasılıkla eleştiriyi diğer tüm tarikatlara göre daha fazla hak eden Töton Şövalyeleri, seküler Alman yöneticilerle olan yakın bağlantıları sayesinde kurtuldu. Töton Şövalyeleri merkezlerini daha uzak olan Viyana'dan Prusya'ya taşırken, Hospitalier Şövalyeleri akıllıca hareket ederek merkezlerini daha emniyetli olan Rodos'a taşındı. Her iki hareket de 1309 yılında gerçekleşmiş ve büyük ihtimalle günümüze kadar varlıklarını şu ya da bu şekilde sürdürmelerini sağlamıştı.