Osmanlı İmparatorluğu (1299-1922 senelerinde imparatorluk olarak, 1922-1924 senelerinde halifelik olarak devam etti), ismini Anadolu Beyi ve ilk Osmanlı padişahı olan I. Osman'dan (1258-1326) alan bir Türk devletidir. Devlet, en kuvvetli olduğu 16. ve 17. yüzyıllarda Anadolu, günebatı Avrupa, Yunanistan, Balkanlar, Irak'ın bazı batı bölgeleri, Azerbaycan, Suriye, Filistin, Arap Yarımadasın'nın bazı bölgeleri, Mısır, Kuzey Afrika'nın bazı bölgeleri ile Rodos, Kıbrıs ve Girit Adaları üzerinde hakimiyet sahibiydi. Döneminin en güçlü ordusuna sahip olduğu bilinen imparatorluk, 16. yüzyıldan itibaren duraklama dönemine girdi ve uzun vadede bir çöküş yaşadı. I. Dünya Savaşı'ndan (1914-1918) sonra ise, Osmanlı İmparatorluğu'nun yerine Türkiye Cumhuriyeti kuruldu.
Osmanlı İmparatorluğu'nun Yükselişi, Zirvesi ve Düşüşü
11. yüzyılda, İslam dininin Sünnilik mezhebini kabul eden Selçuklular, önce İran'ı ve İran'ı çevreleyen bölgeleri, ardından da Anadolu'nun batı bölgelerini işgal ettiler. Anadolu'ya geldikten sonra, Malazgirt Savaşı (1071) ile Bizans İmparatorluğu'nun baskısından kurtuldular ve birçok Türk boyu, bölgeye yerleşmeye başladılar. 13. yüzyılın sonlarına doğrı, çeşitli Anadolu beylikleri, görünüşte bağımsız olsalar da, birbirleriyle savaş halindelerdi. Anadolu'nun batısında ve Marmara Denizi'ne yakın bir bölgede kalan Bitinya'nın lideri Osman Bey (s. 1299-1326), bölgeyi çevreleyen Bizans İmparatorluğu'na karşı savaş açtı. Bunun sonucunda, devletin sınırları genişledi ve Prusa (Bursa), 1326'da, Osman Gazi'nin ölümünden sonra fethedildi.
Osman Gazi'den sonra gelen padişahlar, Bizans İmparatorluğu'nun Anadolu ve Avrupa üzerindeki hakimiyetine son vermeyi, hatta 14. yüzyıla gelmeden Balkanlar üzerinde hakimiyet kurmayı başardılar. Avrupalı devletler, Osmanlı'ya çok sert bir şekilde saldırmaya çalışsalar da, başarılı olamadılar. Bu durumun en mühim örnekleri; I. Kosova (1389) ve Niğbolu (1396) savaşlarıdır. Türkler, en büyük düşmanlarından biri olan Timur (s.1370-1405) ile doğuda, 1402 yılında, Anadolu'daki bir toprak meselesi yüzünden çatıştıkları sırada karşılaştılar. Çatışma sonunda, Osmanlılar yenildi ve Sultan I. Bayezid (s. 1389-1402) esir alındı.
Ancak, Batı devletleri bu durumdan tam anlamıyla yararlanamadı. Osmanlı tarihinde 'fetret devri (1402-1413)' diye bilinen bir iç savaş sonrasında, Sultan I. Bayezid'in oğlu Sultan I. Mehmed, Osmanlı Devleti'nin 'üstün padişahı' olarak tahta çıktı. Hatta bu yüzden, kendisi Osmanlı'nın ikinci padişahı olarak da anılır. İmparatorluğun sınırlarını, Ankara Savaşı'nın öncesi kadar genişleten Osmanlı Devleti, 1453 yılında (Fatih) Sultan II. Mehmed (s. 1451-1481) döneminde, son kalesi Konstantinapolis'in Theodosius Surları olan Bizans İmparatorluğu'nun karşısına çıktı.
Konstantinapolis'in (İstanbul'un) fethinden sonra, İstanbul devletin başkenti oldu. Sonrasında ise, Sultan II. Mehmed, hem doğuda hem de batıda birçok sefer düzenlemeye başladı. 1461 yılında, Batı'da Sırbistan, Yunanistan ve Bosna; Doğu'da ise Trebizand (Trabzon) fethedildi. 1475 yılında ise, Sultan II. Mehmed, Kırım Tatarları'nın (1441-1783) üzerinde hakimiyet kurdu. Ve böylece Karadeniz'in hakimiyeti üç yüzyıl boyunca güvence altına alınmış oldu.
İran Safevi (Şii) Hanedanı'nı (1501-1736) ve Memlük Devleti'ni (1250-1517) hedef alan Sultan I. Selim (s. 1512-1520) döneminde, Osmanlı daha çok doğu tarafına yöneldi. 1514 yılında Safevi Hanedanlığı'nı büyük bir yenilgiye uğrattı. Ancak her ne kadar Memlük Devleti'nin fethinin peşinden koşulmasa da, 1517 yılında resmen Osmanlı toprağı haline geldi.
Kazandıkları bu zafer, Osmanlı Devleti'ne hem Müslümanlar tarafından kutsal kabul edilen Mekke, Medine ve Kudüs topraklarını fethetmesi için hem de Osmanlı padişahlarının 'İslam dünyasının halifesi' unvanını alması için olanak sağladı. Sonrasında ise, Osmanlılar, Safeviler ve Pers İmparatorlukları, sonraki üç yüzyıl boyunca çatışmaya devam etti ve meseleler, 1847'de bir barış antlaşmasıyla nihayet çözülene kadar Irak ve Azerbaycan'daki topraklar sürekli el değiştirdi.
Sultan I. Selim'in oğlu Sultan I. Süleyman (s. 1520-1566), Osmanlı tarihinin en ünlü hükümdarıdır. Doğu'da Kanuni Sultan Süleyman, Batı'da ise Muhteşem Süleyman olarak da anılan Sultan I. Süleyman, 1521'de Belgradı, 1523'de de Rodos Adası'nı fethetti. 1526'da, Osmanlı tarihindeki en mühim savaşlardan biri olan Mohaç Meydan Muharebesi ile Macaristan'a karşı bir zafer elde etti. 1517 yılında Cezayir, Sultan I. Selim'in hükümdarlığını kabul etmişti. 1534 yılında da Tunus, Sultan I. Süleyman döneminde Osmanlı egemenliği altına girdi.
Kanuni Sultan Süleyman, son seferi olan Zigetvar Seferi sırasında öldü ve yerine, Sultan Süleyman'ın hayatta kalan tek oğlu Sultan II. Selim (s. 1566-1574) tahta geçti. Bazı tarihçiler, Sultan II. Selim'in tahta çıkmasının, Osmanlı'nın duraklama dönemine girmesine sebep olduğunu iddia etmektedir. Her ne kadar sonraki yüzyıllarda fetihler yapılmış olsa da, imparatorluğun askeri otoritesi ve donanması zayıflamaya başlamıştı. Yemen'in (1567-1570), Kıbrıs'ın (1570), Tunus'un (1574), Fes'in (Fas'ın bir şehri) (1578), Girit'in (1669) ve Podolya'nın (Ukrayna'nın bit şehri) (1672) fetihleri, Osmanlı'ya toprak kazandıran son büyük fetihlerdi. 1683 yılında, Osmanlı ordusu, Viyana surlarında yenilgiye uğratıldı. Bunun sonucunda da askeri alanda saygınlığını yitirdi. 1699'da, Osmanlı İmparatorluğu, Osmanlı-Kutsal İttifak Savaşları'nın sonunda Karlofça Antlaşması (1699) ile barışa zorlandılar ve bu antlaşma ile Avusturya, Polonya, Rusya ve Venedik'i bırakmak zorunda kaldılar.
Bu toprakların kaybedilmesi, gelecek yüzyıllarda ortaya çıkacak olayların sadece bir başlangıcıydı. 1783 yılında, Ruslar Kırım Tatarları'nı yendiler. Böylece, imparatorluğun Doğu Karadeniz Bölgesi'ndeki hakimiyeti son buldu. Yunan Devrimi (1821-1829) ile beraber Yunanistan; ardından da MS. 19. yüzyılın sonlarında Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ ve Romanya bağımsızlıklarını kazandı. Sonrasında ise, 1830'lu yıllarda Mısır, Osmanlı himayesinden kurtuldu ve 50 yıl sonra, 1880'li yıllarda İngiliz İmparatorluğu hükmü altına girdi. Fransa, 1830'lu yıllarda Cezayir'i ve 1881'de Tunus'u ele geçirdi ve Osmanlı'nın elindeki son Afrika bölgesi olan Libya, 1911 yılında İtalya tarafından işgal edildi.
İmparatorluğa önemli katkılarda bulunan son özerk Osmanlı padişahı, Birinci Meşrutiyet Dönemi (1876-1878) ortalarında tahta çıkan Sultan II. Abdülhamid'dir (s. 1876-1909) ve kendisi mutlak monarşik yönetimi yeniden canlandırarak Birinci Meşrutiyet dönemine son verdi. Sultan II. Abdulhamid, özellikle eğitim alanında modernleşme için önemli adımlar attı. Aynı zamanda demiryolu döşemek gibi çeşitli teknolojik ilerlemeyi de sağladı. Ancak daha sonra meydana gelen Ermeni soykırımı diye adlandırılan olayın başlangıcı olarak görülen bir olaya dahil olmasıyla itham edilmiştir.
Sultan II. Abdulhamid, 1909 yılında, İkinci Meşrutiyet Dönemi'ni (1908-1920) başlatan, milliyetçi ve laikliği savunan bir grup olan Genç Türkler (Jön Türkler) tarafından tahttan indirildi. Ve bu olaydan sonra, padişahlar adeta bir 'kukla' haline geldi ve oldayısıyla, imparatorluk yıkım sürecine girdi. I. Dünya Savaşı'ndan (1914-1918) sonra İttifak Devletleri tarafında yer alan Osmanlı Devleti'nin tabutunun son çivisi çakıldı. En sonunda da, 1922'de saltanat kaldırıldı ve Osmanlı İmparatorluğu resmen son buldu.
I. Dünya Savaşı'ndan sonra, Yunan ordusu Anadolu'yu işgal ederek Smyrna'yı (İzmir'i) aldı ve daha sonra iç bölgelere doğru hareket etmeye başladı. Yunan işgal ordusu, Türk milliyetçi lider ve şu anki modern Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal'in (b. 1923-1938) önderliğinde, Kurtuluş Savaşı (1919-1923) ile geri püskürtüldü. Son Osmanlı halifesi Abdülmecid Efendi (h. 1922-1924), halifelik Mustafa Kemal tarafından kaldırılıncaya kadar iki yıl boyunca (sembolik olarak) İslam halifesi olarak hizmet etti.
Devlet Yönetimi
Sultan I. Murad (s. 1362-1389) döneminden beri, Osmanlı hükümdarları 'dinden ilham almış bir savaş kralı' anlamına gelen 'sultan' unvanıyla anılmaya başlandı. 'Sultan' unvanı, ortaçağ döneminde birçok İslam devleti hükümdarları tarafından kullanılmıştır ve İslam dünyasının manevi liderleri olarak bilinen halifeler tarafından daha da meşrulaştırılmıştır. Sultanlar, halifelere bağlı gözükselerde aslında değillerdi ve çoğunlukla mutlak otorite sahibiydi.
Vezirler (paşalar), yönetimde söz sahibi olsalar da, son sözü mutlaka sultanlar söylerdi. Paşalar ve devlet memurları, fethedilen Balkan topraklarından getirilip, yeniçeri ocağında hizmet veren subaylardan seçilirdi. Vezir-i Azam (Sadrazam), sultanın sağ koluydu ve birçok durumda padişahın otoritesini savunurlardı. Örneğin Köprülü Mehmed Paşa, 1656'dan 1703'e kadar sultan IV. Mehmed'in ailesine önemli hizmetleri olmuştur.
Sultanlar, devlette mutlak söz sahibi olmalarına rağmen yerel yöneticilerin sadakat karşılığında özerkliklerini korumalarına izin verirlerdi ve bazı durumlarda, yerel halk, Balkanlar'da olduğu gibi, kendi yönetim sistemlerini koruyabiliyorlardı. Osmanlı'nın devlet yönetimiyle ilgili bilgiler, aşağıdaki alıntılardan alınabilir:
Paradoksal olarak, Osmanlı, ilk zamanlarında hem faal bir İslam devletiydi, hem de Selçukluların varisi olan Yunanlıların kültüründen ve topraklarını aldığı Roma-Bizans İmparatorluğu'ndan gördükleri uygulamalar ve mimarilerden etkilemişlerdi. Balkan Hristiyanları ve Dar el-İslam'ın batı kesimlerini birbirine bağlayan bu bölge, düşman medeniyetler arasında bir köprüydü. (Ruthven, 86)
Osmanlı egemenliğindeki en büyük sorun veraset sorunuydu; Osmanlılar biraz Darwinci bir ilke izlerlerdi: tahtı yalnızca en yetenekli şehzade alabilirdi. Şehzadeler, mutasarrıf (sancak yöneticisi) olarak görevlendirilirlerdi. Böylelikle hem askeri hem de idari alanda tecrübe kazanırlardı. Ancak bu uygulama, ilerleyen yıllarda kardeş katline sebep olduğu için terk edildi.
Sultan II. Selim (s. 1566-1574) döneminden itibaren padişahlar harem zevklerine teslim krallıklarının yönetiminden uzaklaştıkça, yozlaşma, hoşgörüsüzlük ve kayırmacılık imparatorluğu sarsmaya başladı. Varisler, yetersiz deneyim elde ettiklerinden dolayı vezirlerin ve yeniçerilerin adeta 'piyonu' haline geldiler. 17. yüzyılda Valide Sultanlar kısa bir süre için saltanat naibeliği yaptılar (devlet yönetimini devraldılar.). Sultan I. Ahmed'in (s. 1603-1617) ölümünden sonra yönetimi eşi Kösem Sultan'ın (s. 1623-1632) devralması ve saltanat naibeliğini başlatması bu durumun mühim bir örneğidir.
Daha sonra, padişahlar imparatorluğu sağlamlaştırmak için önemli girişimlerde bulundular ve Sultan I. Abdülmecid (s. 1839-1861), Tanzimat Fermanı'nı ilan etti (1839). Tanzimat Fermanı'yla getirilen yenilikler, herkese eşitlik ve dini hoşgörü gibi birçok özgürlük sunarken, imparatorluğun mali yapısını da değiştirdi. Aynı zamanda, etnik bölünmelerin aksine Osmanlı milliyetçiliğini teşvik etti, asi hiziplerin rolünü sınırladı ve tüm devlet karşıtı komplocuların otoritesini sarstı.
Ancak laikliği savunan milliyetçiler, Tanzimat'ın getirdiği yeniliklerden etkilenmediler ve daha Avrupa tarzı bir yönetim istediler. Bu milliyetçiler, Abdülhamid'in saltanatının yalnızca ilk iki yılında süren, Osmanlı İmparatorluğu'nun Birinci Meşrutiyet Dönemi'nin (1876-1878) başlamasına sebep oldu. Parti sistemi olmasa bile, Osmanlı meclisinin seçilmiş üyeleri halkın temsilcisi olarak kabul edildi ve padişah dönemi sona erdirene kadar halk üzerinde kontrol sağlamayı başardılar.
Liberal reformlara karşı olan Abdül Hamid,1909'da tahttan indirildi. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'nun İkinci Meşrutiyet Dönemi (1908-1920) başlamış oldu. Artık padişahlar, iktidarın dizginlerini devralan paşaların, özellikle de Birinci Dünya Savaşı'nda görev alan Mehmed Talat Paşa, Enver Paşa ve Ahmed Cemal Paşa tarafından yerleştirilen figüranlardı. “Üç Paşa” olarak da bilinen ve MS 1914-1923, Ermeni Soykırımı'ndan sorumlusu kabul edilen bu paşalar, Jön Türkler (Genç Türkler) partisinin üyeleriydi.
Din
İslam, imparatorluk için önemli bir faktördü; padişahtan da bu inancın halifesi olması, insanlarını ve İslam'ın kendisini koruması bekleniyordu, bu da dini, ona edilen küfürden koruması gerektiği anlamına geliyordu. Ancak tarihçi Stephen Turnbull'un belirttiği gibi,
...Müslüman himayesi altındaki Hristiyanlar, Latin himayesi altındaki Ortodokslara göre daha fazla hoşgörüyle karşılanıyorlar, bu nedenle direniş her zaman sanıldığı kadar şiddetli değildi. Kiliseler camiye dönüştürülebiliyordu. Aynı zamanda Hıristiyanlar, zil çalmanın ve halka açık törenlerin yasaklanması gibi bazı kısıtlamalara maruz kaldılar, ancak işler çok daha kötü olabilirdi. Ortodoks dünyası, Batılıların yaptıkları fetihlerle karşılaştırıldığında, Osmanlı yönetimi altında ne kadar iyi durumda olduklarını hatırlatmak için 1204 - Dördüncü Haçlı Seferi'nin trajik hatırasına sahiplerdi. Bir Bizanslı bilgin, "Padişahın sarığı piskoposun gönyesinden daha iyidir" diye yazmıştı. (75-76)
Sultan II. Bayezid'in (s. 1481-1512) İspanyol Yahudilerini 1492'de karşılaması, Orta Çağ Avrupa'sında yaygın olan Yahudilere yönelik kötü muamelenin tam tersine, dinî kabule ve hoşgörüye bir örnek olarak verilebilir. Fatih Sultan Mehmed, Hıristiyan din adamlarına tam koruma ve dinsel bağımsızlık sunan bir beyanname yazdı.
Ancak, I. Bayezid'in (s. 1389-1402) Niğbolu Savaşı'ndan (1396) sonra öncülük ettiği savaşlardan alınan esirlerin katledilmesi veya aynı şekilde 19. yüzyılın sonlarından 20. yüzyılın başlarına kadar fethedilen şehirlerin yağmalanması ve yerel Ermenilerin kötü muamelesi ve soykırımı gibi dini, etnik veya milliyetçi temelde aşırılıkçılık ve hoşgörüsüzlük örnekleri de Türk tarihinin yıllıklarında bol miktarda bulunur.
Ordu
İmparatorluğun kurucusu Osman, kendisine 'kutsal savaşçı' anlamına gelen 'gazi' unvanını verdi ve kendisi, Bizanslılara karşı, bir tür kutsal savaş olan ġazā'yı yürüten, çoğunluğu mukaddes savaşçılardan oluşan kuvvetlerin komutanıydı. Osmanlı imparatorluğu genişledikçe, büyüyen Türk ordusuna yeni askeri birlikler dahil edildi. Akıncılar olarak adlandırılan akıncı süvarileri, genellikle ana ordu gelmeden önce düşman topraklarında keşif yapmak ve o topraklara baskınlar yapamak üzere görevliydiler. Sipahiler, maaşları toprakla ödenen, zırhlı ve mızraklarla donatılmış seçkin, ağır süvari birlikleriydi.
Piyadeler, çoğunlukla menzilli silahlarla donatılmış düzensiz azaplardan oluşuyordu. Bununla birlikte, en önemli Osmanlı ağır piyade birlikleri, Sultan I. Murad'ın koyduğu devşirme sistemi aracılığıyla toplandı ve bu sistemle Balkanlar'dan Hristiyan ailelerin çocukları askere alındı, İslam'a geçmeleri sağlandı ve seçkin yeniçeri askerleri olarak eğitildiler. Bazıları devletin veziri ve paşaları olarak da görev yapardı.
Yeniçeriler hem ağır piyade hem de süvari birlikleri olarak hizmet ederlerdi. Dayanıklılıkları ve becerileri, onlara Avrupalı güçlerin hem hayranlığını hem de korkusunu kazandırdı; örneğin, Varna'da (1444) bir Avrupa Haçlı koalisyon ordusuna karşı elde edilen zaferde önemli rol oynadılar. Yeniçeriler, resmi üniformalar giymeleri ve genellikle savaşın gidişatını değiştirmelerine yardımcı olan arbeküs gibi barutlu silahlarla donatılmaları bakımından üstünlerdi.
Osmanlılar, hafif ve ağır toplar dahil olmak üzere, barutlu silah kullanımı konusunda oldukça başarılılardı. Örnek vermek gerekirse, İslanbul'un fetih sürecinde 'şahi topu' denilen ağır toplardan faydalanılmıştır. Bunun dışında, Osmanlı ordusunun, mehteran adı verilen, bugün bile hala bilinen savaş ezgileri ve imparatorluk marşları çalan bir askeri bandosu vardı.
Her ne kadar bu askeri yapı ilk başlarda başarılı olsa da, herhangi bir yenileşme veya modernleşme girişimi olmadığından zamanla körelmeye başlamıştı. Yeniçeriler, imparatorluğu kasıp kavuran, bastırılması on yıl süren Celali isyanlarında (MS 1590-1610) olduğu gibi, eşkıyalık yapan diğer askeri birlikleri kışkırtarak, sultanlar pahasına güç kullandılar. Bu arada, düşmanlar askeri üstünlük kazanmaya başladı. Sultan III. Selim (s. 1789-1807), yeniçerilerin yerini alabilecek, reforme edilmiş bir askeri sistem olan Nizam-ı Cedid'i tanıttı. Bu hareket yeniçeriler tarafından sert bir direnişle karşılandı, öyle ki, padişahı çabalarından vazgeçmeye zorladılar ve en sonunda katlettiler.
Sultan II. Mahmud (s. 1808-1839), parçalanmaya yüz tutmuş bir imparatorluğun ayakta kalmasının ancak yeni bir orduyla korunabileceğini fark etti ve bundan sonra Sultan III. Selim'i örnek almaya başladı. Osmanlı hanedanına mutlak bağlılık sözü veren modern birlikleri eğitti. Daha sonra, bu askerler, isyan ettiklerinde yeniçerileri yok ettiler ve MS 1826'da padişahın otoritesini yeniden ilan ettiler. Bu orduya Asakir-i Mansure-i Muhemmediye (Muhammed'in askerleri) adı verilirdi.
Osmanlılar, insanların yeteneğine önem veriyordu, öyle ki, gemilerini yağmalayan korsanları ve saflarına katarak düşmanlarını dosta dönüştürmeyi başarırlardı. En dikkate değer örneklerden ikisi, Preveze deniz savaşının galibi Barbaros Hayrettin Paşa (1478-1546) ve orijinal adı Jack Birdy olan ve muhtemelen Kaptan Sparrow'un Karayip Korsanları serisindeki karakterine ilham kaynağı olan Yusuf Reis'tir (1553-1622). İlk olarak Kanuni Sultan Süleyman tarafından görevlendirilen Osmanlı donanması, İnebahtı Savaşı'nda (1571) yenilgiye uğrayana kadar, Akdeniz üzerinde hakimiyet sahibiydi. Osmanlının denizdeki gücü, modernleşmedeki sürtüşme ve daha güçlü ve daha büyük bir donanmayı destekleyecek sermaye eksikliği nedeniyle 17. yüzyıldan itibaren azaldı.
Ekonomi & Ticaret
1453'te İstanbul'un fethi, yalnızca ileri dönemler içim Osmanlı imparatorluk emellerinin başlangıcı değildi; aynı zamanda Türkler için bölgenin ticaret hakimiyetini de güvence altına alındığı bir olaydı. Kırım Tatarları padişaha bağlılık yemini ettiğinden, II. Mehmed Karadeniz bölgesindeki hakimiyetini de elinde tutuyordu. Çanakkale Boğazı'nı kontrol altına alan Türkler, tarihi İpek Yolu'nu batılı düşmanlarına kapattı. Hint Okyanusu üzerinden bölgesel bir süper güç olan Babür Hindistan (1526-1857) ile münhasır ticaret hakları, her iki imparatorluk için de büyük gelirler sağladı ve Osmanlı kontrolündeki yolları kullanan Avrupalı tüccarlar imparatorluğa vergi ödemek zorunda kaldı.
Osmanlı'nın Akdeniz ve Hint Okyanusu'ndaki ve Çanakkale Boğazı'ndaki egemenliği, düşman Avrupa güçlerini batıda, Yeni Dünya'da, yeni ticaret yolları aramaya zorladı. Ancak tarihçi Mehrdad Kia'nın açıkladığı gibi, Türkler doğudaki bu üstünlüğü kısa sürede kaybettiler:
İmparatorluğun ekonomik ve mali gerilemesi, ticaretin geleneksel kara yollarından yeni deniz yollarına önemli ölçüde sapmasıyla daha da kötüleşti. Tarihsel olarak, Orta Asya'dan Orta Doğu'ya uzanan geniş bölge, Çin ile Avrupa arasında bir kara köprüsü işlevi görürdü. Osmanlı hükümeti tarafından toplanan vergiler ve gümrük harçları, devletin elde ettiği gelirin önemli bir bölümünü oluşturuyordu... Portekiz'in Ümit Burnu'nu dolaşması ve ardından İran, Hindistan ve ötesine doğrudan bir deniz yolunun kurulması, ancak, Avrupa devletlerinin ve tüccarların Osmanlı'nın elindeki toprakları almasına izin verdi... (12).
Osmanlı Dönemi'nde Sanat & Mimari
Osmanlı'nın mimari şaheserleri, yüzyıllar boyunca konuşulmuş ve görenleri büyülemiştir. Osmanlı mimarisi ağırlıklı olarak Fars, Bizans ve Arap tarzlarından ilham alır ve bu üçünü benzersiz bir şey yaratmak için harmanlar ve mescit veya cami tasarımlarında mükemmel bir şekilde kullanılırdı. Bunlardan birçoğu İslam inancının merkezi olduğu için padişahlar tarafından yaptırılmıştır. Medreseler (dini okullar), aşevleri, hastaneler, üniversiteler, sultan türbeleri de Türk mimari ustalığının mükemmel örnekleridir.
Osmanlı döneminin saygın mimarlarından olan Mimar Sinan (1488/90-1588), Kanuni Sultan Süleyman'a ve sonrasina gelen iki varisine hizmet etmiştir. Aynı zamanda, kendisi Michelangelo'nun (1475-1564) ustalığına bir rakip olarak görülürdü. Sinan, Süleymaniye Camii (MS 1557'de açıldı) ve Selimiye Camii (MS 1575'te açıldı) gibi başyapıtların tasarımlarıyla ünlüdür; müritlerinden biri de Sultan Ahmed Camii veya Sultanahmet Camii'nden (MS 1616'da tamamlandı) sorumluydu.
MS 15. ve 16. yüzyıllar arasında Osmanlı hanedanın yeri olan ve karargah olarak hizmet veren Topkapı ve MS 19. yüzyılın ortalarında Topkapı'nın yerini alan Dolmabahçe gibi Osmanlı sarayları, dönemin mimari mükemmelliğinin harika örnekleri olmasına karşın. aynı zamanda imparatorluğun ekonomisini felç eden zehirli cömertliğin bir örneğidir.
Osmanlı dönemi sanatı, padişahlar tarafından yaptırılan birçok el yazmasıyla ünlüdür. Stil, mimaride olduğu gibi komşu kültürlerden de benimsenmiştir. Çeşitli minyatürler, İslami kaligrafi şaheserleri, dekoratif halılar, çiniler ve döneme ait portreler, ulusun kültürel değerleri ve tarihi için önemlidir. Padişahın adı da, imparatorluk belgelerini imzalamak için kullanılan tuğra olarak bilinen stilize bir tarzda yazılmıştır. Şiir ve müzik, çoğu mükemmel besteci olan Osmanlı hükümdarları tarafından da himaye edildi; örneğim Kanuni Sultan Süleyman, karısı Haseki Hürrem Sultan'a (1502-1558), Muhibbi (sevgili) mahlasıyla sık sık romantik şiirler yazardı.
MS 19. yüzyıldan itibaren, Sultan I. Abdülmecid'in (s. 1839-1861) himayesi altında bestelenen resmi Osmanlı İmparatorluk Marşı'nın örneklendirdiği gibi, Avrupa tarzı müzik de sarayda kullanıldı. Bu sanat ve mimari biçimleri, modern gözlemcilerin Türk halkını daha iyi anlamalarını sağlar ve her ne kadar yüzyıllar boyunca kademeli artışlarla Avrupa etkileri gözlemlenebilse de, Osmanlı Türklerini benzersiz kılan unsurlar hala ayırt edilebilir.