David Hume (1711-1776) İskoçyalı filozof, yazar, tarihçi ve Aydınlanma dönemi önemli isimlerinden biriydi. Hume, insan doğasına ilişkin olumlu bir görüş sunmuş ancak dinin yararlılığı konusunda şüpheci bir görüş ileri sürmüştür. İnsan Doğası Üzerine İnceleme adlı eseri daha sonra oldukça etkili bir felsefi çalışma olmuş, ancak kendi yaşamı boyunca şöhreti ve kazandığı serveti, altı ciltlik popüler İngiltere Tarihi adlı eserinden sonra olmuştur.
Çocukluğu
David Hume, 07 Mayıs 1711 yılında, İskoçya Başkenti Edinburg’da dünyaya gelmiştir. Ailesi toprak sahibi asil, sosyal üst sınıfa mensup bir aile idi; babası İskoçya Başkentinde avukatlık yapıyordu ama aynı zamanda Berwick-upon –Tweed yakınlarında Ninewells’de işlettiği bir mülkü vardı. David Hume, bir ağabeyi olduğu için, sadece mülk sahibi olmanın dışında başka bir meslek edinmek zorunda kalmıştı. Daha 12 yaşında iken Edinburg Üniversitesinde Hukuk okumaya başlamıştı. Oysa Hume Hukuk çalışmalarından pek hoşlanmamıştı. 1729 yılında bir tür sinir krizi geçirmiş ve bundan sonra ilgi odağını Edebiyat konularını çevirmişti. 1734 yılında, René Descartes’ın (1596-1650) bir zamanlar eğitim gördüğü, bir Cizvit Kolejinde okumak üzere kuzeybatı Fransa’da La Fleche kasabasına taşınmıştı.
David Hume’nin kariyeri oldukça istikrarsız bir şekilde seyretmişti. Üniversite düzeyinde ders vermek üzere yaptığı başvuruları, hem Edinburg Üniversitesi ve hem de Glasgow Üniversitesi tarafından, büyük ölçüde ateist olduğu endişesi nedeniyle iki kez reddedilmişti. Tarihçi H.Chisick, kariyeri boyunca yaptığı görevlerle ilgili olaylar atlıkarıncası David Hume hikâyesini şöyle özetliyor:
Şeker ticaretini yapan bir şirkette memur olarak işe başlamıştı; özel bir öğretmen, bir akrabasının başında bulunduğu askeri sevkiyat işlerinde sekreter; Viyana’daki askeri büyükelçilikte aynı akrabanın yaveri; Edinburg Avukatlar Fakültesi Kütüphane memuru ve Paris’te İngiltere Büyükelçisi sekreteri. (214).
İnsan Doğası Üzerine bir İnceleme
David Hume’un Fransa’dayken yazdığı başlıca felsefi eseri İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme; Ahlaki Konulara Deneysel Akıl Yürütme Yöntemini Tanıtma Girişimi olmuştu. Üç ciltlik büyük boyutta bu çalışması, 1740 yılında yayımlandığında pek fazla tepki yaratmamıştı. Ancak Hume, kendi fikirlerini ısrar ederek savunmuş ve bu yüzden düşüncelerini daha kısa bir biçimde, İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme şeklinde yeniden derlenip 1748 yılında yayınlanmıştı. 1751 yılında yayınlanan (ve en iyi eseri olduğunu düşündüğü) Ahlak İlkeleri Üzerine Araştırma ve 1757’de yayınlanan Tutkular Üzerine Bir İnceleme adlı eseri yayınlanmıştı. David Hume’ün düşüncelerinden belirli vurgu kaymalarını içeren bu üçlü eser zamanla daha fazla ilgi görmüş ve 1758 yılından itibaren Fransızcaya çevrilmişti.
David Hume’un inceleme eseri, yazarın “insan bilimi” (günümüzde Sosyal Bilimler ve Psikoloji diyeceğimiz) olarak tanımladığı konuyla ilgiliydi. Hume, bilgiyi tam olarak neyin oluşturduğunu araştırarak işe başlar ve bunun yalnızca deneyim ve gözlemden elde edebileceği sonucuna varır ve böylece metafizik kaynakları çalışmalarından çıkarır. Ayrıca, doğuştan gelen fikirlerin olasılığını da ortadan kaldırır. David Hume’a göre, onun izlenim dediği şeyleri (örneğin renk, tat, boyut) deneyimlemek için duyularımızı kullanırız. Eğer bu izlenimleri kendimiz hiç yaşamazsak, o zaman onları hayal edemeyiz (örneğin, kırmızı rengi kör bir insana anlatmak imkânsızdır). Bu kural, David Hume’un kopya ilkesi olarak bilinmeye başlandı. Daha sonra bu izlenimler kataloğunu zihnimizde birleştirerek daha karmaşık fikirler veya kavramlar, yani duyusal dünyamızda mutlaka var olmaya bilecek şeyler yaratabiliriz (örneğin, var olmayanı yaratmak için bir at ve bir hayvan boynuzu izlenimimizi birleştiririz; yani, tek boynuzlu at fikri). O halde Hume bir ampirist/deneyci idi; yani bilginin deneyimden geldiğine inanan biriydi.
David Hume ayrıca, yerçekimi gücünün neden var olduğu, olayların bu şekilde gelişmesinin neyin sebep olduğu veya dünyada neden kötülüğün var olduğu gibi konularda insan bilgisinin sınırları olduğuna inanıyordu. Tarihçi A. Gottlieb’in belirtiği üzere yazar Hume “entelektüel alçakgönüllülüğü teşvik etmeyi” amaçlamıştır (203). Hume bu konuda şöyle bir açıklama yapmıştır; bilgimizin bu sınırları, “yalnızca doğal ve sade aklın ele almaya pek uygun olmadığı yönündeki gizemlerin” kalmaya devamını sağlamaktadır (Hampson, 120).Üzerinde spekülasyon yapıla bilinecek bazı kavramlar var. Örneğin, İnsan ruhu var mıdır? Ancak bu spekülasyon her zaman cevapsız kalır. Bir ruhumuzun olduğunu kanıtlayamayız çünkü böyle bir şeyin ne olduğuna dair hiçbir fikrimiz yok (yani iki kişinin, ruhun ne olduğu konusunda tam olarak anlaşamaması). Ruh hakkında hiçbir fikrimiz yok, çünkü ruhumuz hakkında hiçbir izlenimimiz yok, yani insanın, ruhun duyusal deneyim karşılığı yoktur. David Hume, ruh ya da benlik fikrinin yanlış olduğunu söylemiyor, sadece kavramın boş bir fikir olduğunu, çünkü ruh kavramı hakkında kesin bir şey söyleyemeyeceğimizi ifade ediyor. Hume, daha da ileri giderek, ruh hakkında düşündüğümüzde, bu düşünme sürecinin pekâlâ ruh olabileceğini (yani düşünce akışımızın ötesinde bir şey olarak var olmadığını) öne sürer. David Hume’un ileri sürdüğü bu tezi; paket teorisi olarak bilinir; Yani, David Hume’a göre ruh, az ya da çok, bir düşünce paketinden başka bir şey değildir.
David Hume, her şeyden önce, insan doğasına ilişkin olumlu bir bakış açısı sunar ve yeni bilginin edinmesinde daha fazla ilerleme kaydedilebilmesi için bu doğaya açıklama getirir. Hume’un insan doğasına ilişkin olumlu görüşü Thomas Hobbes (1588-1679) ve John Locke (1632-1704) gibi düşünürlerin ortaya koyduğu, insanların büyük ölçüde kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettikleri inancıyla çelişir. David Hume, insanların kişisel çıkarlarını gözettiklerini ama aynı zamanda doğal olarak sempati ve insanlık duygularına da sahip olduklarına inanıyordu. Şiirsel bir ifadeyle açıkladığı üzere, “kurt ve yılan özelliklerimiz olmakla birlikte yapı çerçevemize yoğrulmuş bir miktar güvercin parçacığı” da vardır (Gottlieb, 66). Bu duygular ve de diğerleri insanlara doğal bir “ahlak duygusu” sunar. Dahası Hume, insanların belirli hakların devredilmesinin karşılıklı olarak kabul edildiği bir tür toplumsal sözleşmeyi kullanarak topluluklar oluşturmak için nasıl bir araya geldiklerini anlatırken Hobbes, Locke ve diğer düşünürlerle aynı fikirde değildi. David Hume, böylesi bir fikrin kurgu olduğunu şu nedenle belirtmiştir:
Şu anda var olan ya da hakkında tarihsel olarak herhangi bir kayıt kalmış olan her bir devlet, başlangıçta ya gasp ya da fetih veya her ikisi üzerine, adil bir rıza ya da halkın gönüllü itaat iddiası olmaksızın kurulmuştur. Gottlieb,130).
Ayrıca, böyle bir sosyal sözleşme gönüllü olarak kabul edilmiş olsa bile, bu konu, bugün herhangi bir tarafın buna herhangi bir şekilde bağlı alacağı anlamına gelmez. Çünkü böyle bir sözleşmenin “çok eski olması ve binlerce hükümet ve iktidar sahibi prens tarafından üzerinde yapılan değişikliklerle ortadan kalkması nedeniyle, bugün herhangi bir hükmünü koruması beklenemez” (Gottlieb,131). David Hume, en az kötü bir yönetim sistemi olarak anayasal monarşiyi tercih etmiş görünüyor.
David Hume, Ahlakla ilgili olarak, tutkularımızın aklımız üzerine etkili olup yönettiğini düşünüyordu (ve çoğu düşünürün önerdiği gibi tam tersi değil). Dahası, ahlaki davranışımız, tutkularımız (veya duygularımız) tarafında belirlenir, çünkü tutkularımızı artırmak ya da azaltmak üzere hareket ettiğimiz zaman zevk ve acı deneyimlerimize dayanırız. David Hume, aklın hala çok önemli olduğuna inanıyor; aslında aklın aynı zamanda duyguları ve deneyimi de içerdiği şeklindeki standart görüşe ekleme yapmak istediği için aklın ne olduğuna dair ortak anlayışı genişletmeye çalışır.
İngiltere Tarihi ve Diğer Eserleri
David Hume, 1752 yılından itibaren Edinburg’da kütüphaneci olarak çalışmıştı; itibarlı bir görev olan Avukatlar Kütüphanesi memuruydu. Bu kütüphane, İskoçya’nın en büyük kütüphanesi olup yaklaşık olarak 30.000 cilt kitapla hizmet vermekle övünüyordu. David Hume, felsefe dışı; din, siyaset, ekonomi ve edebiyat gibi konularda eleştiri yazı ve makale de yazarak geçimini sağlayordu. 1754 yılından 1762 yılına kadar her seferinde bir cilt yayınlanan, altı ciltlik İngiltere Tarihi ile ün kazanmıştı. Bu çalışma, Stuart hükümdarlarına kadar olan Roma dönemini kapsıyordu, ancak, David Hume onu kronolojik olarak geriye doğru alarak sunmuştu. Kitap, büyük bir başarı elde etmiş ve 18.yüzyıl boyunca bu konuda standart metin haline gelmişti.
David Hume, 1766 yılında Jean-Jacques Rousseau’yu (1712-1778) ağırlamış ve hatta Dışişleri Bakanı Müsteşarı görevinde iken birkaç kesenin ağzını bağlayan ipleri açmış ve huysuz İsviçreli filozof Rousseau’ya devletten emekli maaşı bağlamayı da başarmıştı. Ancak, Rousseau’nun İngiltere’ye gelmesinden bir süre sonra, Hume’un (delil olmadan) kendisine karşı bir komploya karışmakla suçlaması üzerine aralarındaki dostane ilişki kötü bir şekilde sona ermişti. David Hume, 1769 yılında İskoçya’ya dönmüş ve kız kardeşi ile birlikte yaşamını idame etmeye başlamıştı. Hume, entelektüel salonlarına ev sahipliği yapan Comtesse de Boufflers’e âşık olmasına rağmen hiç evlenmemişti. Yayıncısının ünlü İngiltere Tarihi adlı kitabına bir cilt daha eklemesi yönünde baskı yapmasına karşılık, Hume’un “çok yaşlı, çok şişman, çok tembel ve artık zengin” olduğu cevabını verdiği belirtilmektedir (Gottlieb, 231).
Din konusunda David Hume
Ölümünden sonra yayımlanan ve Kilise’nin tepkisinden çekindiği için arkadaşlarının şiddetle karşı çıktığı dönemde bilinçli olarak yayınlanmayan bir çalışması Doğal Din Üzerine Söyleşiler adlı eseri olmuştu. David Hume’un bir ateist olduğuna dair çok az kesin kanıt olmasına rağmen, en iyi ihtimalle (Kilisenin bakış açısına göre) bir deistti, yani Tanrı’nın varlığına inanan, ancak yalnızca iletişime açık olmayan bir yaratıcı olarak inanılan. Yarattığı dünyadaki etkileşim, organize dinin oldukça anlamsız olduğu anlamına gelir. David Hume, dinin sadece batıl inanç ve korkuya dayandığını düşünüyordu. Mucizelerin olasılığı da Hume’un eleştirisinde nasibini alıyordu. Yazar Hume’a göre inanç konularının bilgisi olamaz: “Her şey bir bilmece, bir muamma ve açıklanamaz bir gizem. Şüphe, belirsizlik, yargının askıda kalması, bu konuya ilişkin en doğru incelememizin tek sonucu gibi görünmektedir” (Hampson, 121). David Hume aslında “Tanrı’nın tam olarak ne olduğu konusunda anlaşmaya varamadığımız için, Tanrı hakkındaki her türlü ifadenin boş bir spekülasyon olduğunu ileri sürüyor. David Hume, (Hıristiyan Kilisesi açısından) bu tartışmalı görüşlere ek olarak, tehlikeli bir şekilde Tanrı’nın yaratma sürecindeki olası bir kusura işaret etmektedir:
Çok sayıda diyar başarısız olmuş ve beceriksiz hale getirilmiş ve bu sistem de çökmüş olabilir; çok fazla emek kaybı olmuş, birçok sonuçsuz deneme yapılmış ve Dünya’nın yaratılma sanatında sonsuz, çağlar boyunca yavaş ama sürekli bir gelişme sürdürülmüştür (Hampson, 220).
Başlıca Eserleri
David Hume’un önemli başlıca esreleri:
İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme (1740)
Ahlaki ve Siyasi Denemeler (1741)
İnsanı Anlama Yetisi Üzerine (1748)
Ahlak İlkeleri Üzerine bir İnceleme (1751)
Tutkular Üzerine Bir İnceleme (1757)
Doğal Din Üzerine Söyleşiler (1779)
Ölümü ve Mirası
David Hume, son yıllarında, bir tür bağırsak bozukluğu tanısı konulan sağlık sorunları yaşıyordu. 25 Ağustos 1776 tarihinde Edinburg’da hayatta veda etmiştir. Hıristiyanlar bu “kâfir filozofun” sonsuza dek lanetlenmek üzere olacak biri olarak azap çekeceğini umuyorlardı, ama Hume, son mektuplarından birine göre son derece sakin bir hayat geçirmişti: Şöyle ki, “Anlıyorum, ölüm yavaş yavaş, hiçbir kaygı veya pişmanlık duymadan yaklaşır” (Robertson, 139). David Hume’un bu sakinlik hali, ölüm döşeğinde yatarken bile bu dünyadan ayrılışını geciktirmek amacıyla Charon’a (Yunan mitolojisinde ölülerin kayıkçısı) sunabileceği bütün ustaca bahaneler üzerinde spekülasyon yaptığını yazan yakın arkadaşı ve İskoçyalı filozof Adam Smith (1723-1790) tarafından da doğrulanmıştı. Smith, daha sonra üçüncü bir tarafa yazdığı özel bir mektubunda arkadaşı Hume’u şu şekilde tanımlar:
Genel olarak, hem yaşadığı süre boyunca ve hem de ölümünden bu yana, onu her zaman, belki de insanın zayıf yanı doğasının kabul edeceği gibi, mükemmel bir bilge ve erdemli insan fikrine en yakın kişi olarak görmüşümdür. (Chisick,215).
David Hume eserleri diğer pek çok filozofu etkilemiştir; özellikle de Hume’un çalışmalarını okuduktan sonra “dogmatik bir uykudan” uyandığını söyleyen Immanuel Kant (1724-1804) ve aynı şekilde Hume’un Ahlak konusunda çalışmasını okuduktan sonra sanki “gözlerinden pullar dökülmüş” gibi hissettiğini söyleyen faydacı Jeremy Bentham (1748- 1832) gibi bazı şahsiyetler (Gottlieb, 223). Filozof yazar David Hume’un, çoğu zaman karmaşık felsefi problemler hakkında düşünmeye başlamadan önce bile temel önyargılarımıza meydan okuyan nitelikte ve bazen de rahatsızlık veren fikirleri, duyularımızı kullanma ve insanlığa doğada gördüklerimizle ilişkin inceleme yapma çağrısı, son iki yüzyıllık dönemde giderek artan bir çekiciliğe sahip olmuştur.