M.Ö. 6. yüzyılın sonlarına doğru küçük bir kent devleti olan Roma, üzerindeki monarşi prangalarını atarak, uygulamada her zaman olmasa da teori boyutunda yurttaşlarının taleplerini dile getiren cumhuriyetçi bir yönetim kurmuştur. Kent, bu esasa dayanarak İtalya yarımadasının tamamına yayılacak, Akdeniz dünyasının büyük bir bölümünü ve hatta bunun da ilerisine geçecektir. Bu bağlamda Cumhuriyet ve onun yönetim organları, iç savaşlarla sarsılıp imparatorlar tarafından yönetilen bir Prensliğe dönüşene kadar geçen beş yüzyıl boyunca ayakta kalacaktır. O zaman bile, Cumhuriyet döneminde ortaya çıkan başta Senato olmak üzere pek çok siyasi organ, her ne kadar yetkileri azalmış olsa da varlıklarını sürdürecektir.
Efsaneler ve Mitler
Cumhuriyet'in yükselişinden önce yaşanan yıllar efsanelere ve mitlere konu olmuştur. Bu döneme ait hiçbir modern yazılı tarih günümüze kadar gelememiştir. Bu tarihin büyük bir kısmı kayıp olsa da, Romalı tarihçi Titus Livius (M.Ö. 59 - M.S. 17) yine de monarşi yıllarından başlayarak Cumhuriyet'in yıkılışına kadar olan dönemi anlatan 142 ciltlik muhteşem bir Roma Tarihi kaleme almayı başarabilmiştir. Bununla birlikte, yazdığı tarihin büyük bir kısmı, bilhassa da ilk yıllar, tamamıyla efsanelere ve ağızdan ağıza dolaşan anlatımlara dayanıyordu. Yapılan kimi yorumların aksine, monarşinin yıkılışı ve cumhuriyetin doğuşu bir gecede gerçekleşmedi. Kimileri bunun hiç de kan dökülmeden yaşanmadığını bile öne sürmektedir. Tarihçi Mary Beard, SPQR (Senatus Populusque Romanus; 'Roma Senatosu ve Halkı') adlı yapıtında monarşiden başlayarak cumhuriyete uzanan dönüşüm sürecinin "yüzyıllar olmasa bile onlarca yıllık bir döneme yayıldığını" belirtmiştir.
Son kral Tarquinius Superbus ya da Gururlu Tarquin'in M.Ö. 510 yılında tahttan indirilmesinden öncesinde kentin tarihi kahramanlık ve savaş hikayeleriyle doludur. Kentin kuruluş öyküsü bile büyük ölçüde efsaneden ibarettir ve pek çok insan efsaneyi gerçeğe tercih etmiş durumdadır. Roma yıllarca Yunanlıların Helenistik kültürüne hayranlık duymuş ve bu nedenle Romalı yazar Virgil'in kahramanlık destanı olan Aeneis'te kaleme aldığı Aeneas ve Roma'nın kuruluş öyküsünü kolaylıkla benimsemişti. Bu öykü Romalıların Yunan da olsa eski bir kültürle olan bağlarını kuvvetlendirdi. Bu efsanevi öykü, Truva Savaşı'nda Yunanlıların eline geçen Truva kentinden tanrıça Venüs'ün desteğiyle kaçan Aeneas ve yandaşları hakkındadır. Jüpiter'in karısı Juno, destan boyunca olayın kahramanı Aeneas'a sürekli müdahale etmişti. Kısa bir süre Kartaca'da yaşadıktan sonra Aeneas nihayet kaderini yerine getirmek üzere yola çıkarak İtalya ve Latium'a ulaştı. Onun soyundan gelenler, savaş tanrısı Mars'ın evlilik dışı oğulları olan ikizler Romulus ve Remus ile Alba Longa'nın hakiki kralının kızı olan prenses Rhea Silvia'ydı. Efsaneye göre, dişi bir kurt sayesinde suda boğulmaktan kurtarılan ve bir çobanın yanında büyüyen Romulus, sonunda kardeşini savaşta yenerek Roma kentini kurdu ve kentin ilk kralı oldu.
Erken Dönemler
Roma, Tarquin'in gidişinden itibaren hem dış hem de iç çatışmalarla boğuştu. M.Ö. 5. yüzyılın büyük bir kısmı gelişmek yerine mücadeleyle geçti. M.Ö. 510'dan M.Ö. 275'e kadar, hükümet birtakım iç siyasi meselelerle boğuşurken, kent büyüyerek İtalya yarımadasının tamamına hükmeden bir güç haline geldi. Latinlere karşı Roma'nın zafer kazandığı Regillus Gölü Muharebesi'nden (M.Ö. 496) Epirli Pirus'a karşı yapılan Pirus Savaşları'na (M.Ö. 280 - 275) kadar geçen sürede Roma, batıda baskın ve savaşan bir süper güç haline dönüştü. Bu yayılma sayesinde Cumhuriyet'in sosyal ve siyasi yapısı giderek gelişti. Kent, bu sıradan başlangıç sayesinde yeni bir hükümet, yani bir gün Kuzey Denizi'nden güneye doğru uzanan Galya ve Germanya, batıdan Hispania ve doğudan ise Yunanistan, Suriye ve Kuzey Afrika'ya kadar uzanan bir bölgeye hükmedecek bir devlet kuracaktı. Böylelikle koca Akdeniz bir Roma gölüne dönüştü. Söz konusu bu topraklar Cumhuriyet dönemini kapsayacak ve Roma İmparatorluğu'nun kurulduğu yıllara kadar Roma'nın hakimiyeti altında kalmaya devam edecekti.
Cumhuriyet Hükümeti
Bununla birlikte, böyle baskın bir askeri güç haline gelmeden önce, kentin istikrarlı bir hükümete sahip olması gerekiyordu ve tek bir kişinin hakimiyeti ele geçirme ihtimalini önlemek büyük önem taşıyordu. Nihayetinde gerçek bir güç dengesini sergileyen bir sistem kuracaklardı. Monarşinin yıkılmasından sonra Cumhuriyet başlangıçta büyük ailelerin - patres ya da babalar kelimesinden gelen patrisyenlerin - yönetimi altına girdi. Siyasi ya da dini makamlarda yalnızca bu büyük aileler bulunabiliyordu. Geriye kalan yurttaşların ya da pleblerin, her ne kadar pek çoğu patrisyenler kadar varlıklı olsa da, hiçbir siyasi yetkisi yoktu. Ne var ki, patrisyenleri fazlasıyla rahatsız eden bu düzenleme uzun süre varlığını devam ettiremedi ve ettiremeyecekti.
Bilhassa kentin yoksul sakinleri orduya büyük oranda katıldığından, iki sınıf arasındaki tansiyon yükselmeye devam etti. Kendi kendilerine, madem kazancın tamamı zenginlere gidiyorsa neden bir savaş için mücadele etmeleri gerektiğini soruyorlardı. Son olarak, M.Ö. 494'te plebler greve gidip Roma'nın dışında toplanarak kendilerine hak tanınana kadar yerlerinden kımıldamayı reddettiler; buna ünlü Emirlerin Mücadelesi ya da Pleblerin İlk Veraseti denirdi. Bu grev başarıyla sonuçlanıp plebler kendilerine ait bir meclisle, Plebler Konseyi (Concilium Plebis ya da Plebler Konseyi) adıyla karşılıklarıını alacaklardı.
Her ne kadar Roma hükümeti hiçbir zaman hakiki bir demokrasi sayılamasa da, pek çok yurttaşına (kadınlar dışında) kentlerinin nasıl yönetileceği konusunda söz söyleme imkanı tanıyordu. Plebler ayaklanarak, iktidarın birtakım sulh hakimlerinde (cursus honorum) ve çeşitli meclislerde bir sisteme girmişlerdi. Söz konusu bu yürütme yetkisi ya da imperium (Latince imperare kelimesinden, "hüküm sürmek", "emretmek", "buyurmak" anlamlarında) da iki konsülde bulunuyordu. Comitia Centuriata (Roma'nın altıncı kralı Servius Tullius döneminde, esasen askeri ve mali zorunluluklar sonucu kurulan halk meclis) tarafından seçilen bir konsül, yalnız bir yıl süreyle Senato'ya başkanlık eder, yasa tasarıları hazırlar ve orduların komutasını üstlenirdi. Emsalsiz bir biçimde, konsüllerden her biri öbürünün verdiği kararı veto edebiliyordu. Görev süreleri sona erdikten sonra, Cumhuriyet'in pek çok bölgesinden birinde prokonsül (Antik Roma'da konsül olarak bir yıl görev yaptıktan sonra belirli Roma Eyaletlerinde Vali olarak görev yapan promagistra, propraetor gibi) olarak atanıp yöneticilik yapabiliyorlardı ki bu da kendilerini epeyce zengin edecek bir görevlendirmeydi.
Magistralar (Sulh Hakimleri) ve Yetkiler
Birden fazla alt düzey magistra (sulh hakimi) bulunmaktaydı: eyalet ve yerel yönetimlerce yargı yetkisine sahip olan praetor - Eski Roma'da Sezar'ın muhafızlarina verilen isim. Sözcük anlamı olarak "ülkeyi yöneten" anlamına gelmesi muhtemel sıfat - (imperium gücüne sahip başka bir yetkili), maliye idaresi görevini yürüten quaestor (Roma'da devlet hazinesinden, cezaî işlerden ve finansal işleri denetlemekten sorumlu, seçilmiş devlet memurları) ve yollar, su ve gıda kaynakları, her yıl gerçekleştirilen oyunlar ve düzenlenen festivaller gibi kentsel bakım hizmetlerini gözetip denetlemekle yükümlü olan aedile gibi devlet memurları mevcuttu. En nihayetinde, görevi ancak 18 ay süreyle sürdüren ve oldukça gıpta edilen bir sansür memurluğu (censor) makamı bulunuyordu. Her beş yılda bir seçilen bu görevli, yurttaşların ve onların mal varlıklarının bulunduğu kayıtları gözden geçirerek nüfus sayımını gerçekleştirirdi. Hatta uygun olmayan davranışlarından dolayı Senato mensuplarını bile görevden alabiliyordu. Ne var ki bu makamın sonunda eşi benzeri bulunmayan bir diktatörlük makamı geliyordu. Ona tüm yetki verilmişti ve yalnızca acil durumlarda görevlendiriliyordu, genelde yalnızca altı ay süreyle bu görevi yürütüyordu. Bu makamların en ünlüsü elbette ki ömür boyu diktatör olarak anılan Jül Sezar idi.
Roma Meclisleri
Magistralar (sulh hakimleri) dışında birtakım meclisler de bulunurdu. Bunlar halkın (yalnız erkek yurttaşların) söz sahibi olduğu meclislerdi ve böylece kimi görüşlerin duyulmasına olanak tanıyordu. Tüm meclislerin başında Roma Senatosu (eski monarşiden arta kalan) geliyordu. Her ne kadar maaşsız olmalarına rağmen, Senatörler kamuya yönelik ya da şahsi olarak yaptıkları görevleri kötüye kullanma sebebiyle bir sansür memuru (censor) kararıyla görevlerinden alınmadıkları takdirde ölene kadar hizmet ederlerdi. Her ne kadar bu organın gerçek bir yasama yetkisi bulunmasa da, yalnızca konsülün ve akabinde imparatorun danışmanları konumunda bulundu, ancak yine de hatırı sayılır bir otoriteye sahipti. Bu organlar yasa tasarısı sunabildikleri gibi dış politikayı, kamu yönetimini ve mali işleri de denetleyebiliyorlardı. Ancak yasa çıkarma yetkisi bir grup halk meclisine verilmişti. Senato'nun getirdiği tüm yasa tasarılarının iki halk meclisinden biri tarafından onaylanması gerekiyordu: Bunlar yalnızca yasaları çıkarmakla kalmayıp aynı zamanda konsülleri seçen ve gerektiğinde savaş ilan eden Comitia Centuriata (Halk Meclisi) ve pleblerin taleplerini seçtikleri tribünler üzerinden aktaran Concilium Plebis (Pleblerin Konseyi) idi. Bu meclisler bloklara bölünmüştü ve bu blokların her biri bir birim olarak oy kullanılıyordu. Bu iki büyük yasama organının yanı sıra, bir dizi küçük kabile meclisleri de vardı.
Plebler Konseyi, siyasi güç elde etmek amacıyla plebler ve patrisyenler arasında yaşanan bir çatışma olan Emirlerin Mücadelesi'nin bir neticesi olarak vücut buldu. Plebler Konseyi'nde mensuplar, pleblerin taleplerine yönelik yasaları yürürlüğe koymanın yanı sıra, kendi adlarına görüş bildiren bir grup tribün seçerlerdi. Bu "Plebler Konseyi" ilk başlarda pleblere yönetim konusunda seslerini duyurma imkanı verse de bunun yeterli olmadığını kanıtladı. M.Ö. 450 yılında, pleblerin duyduğu çeşitli kaygıları dindirmek amacıyla 12 Levha Kanunu çıktı. Bu, kayıtlara geçen ilk Roma yazılı kanun oldu. Bu yasalar hem aile hayatına hem de şahsi mülkiyet hakkına yoğunlaşarak iç meseleleri çözüme kavuşturuyordu. Örneğin, pleblere yalnızca borç yüzünden hapis cezası verilmesi yasaklanmakla kalmamış, aynı zamanda bir sulh hakiminin aldığı karara itiraz etme hakkı da tanınmıştır. Hatta ilerleyen zamanlarda pleblerin patrisyenlerle evlenmesine ve konsül olarak görev yapmasına bile müsade edilmiştir. Zaman içerisinde pleblerin tanınan hakları giderek artmaya devam etti. M.Ö. 287 yılında Lex Hortensia (Bazen Hortensian yasası olarak da anılan lex Hortensia, Antik Roma'da MÖ 287'de kabul edilen ve plebiscita olarak bilinen Pleb Konseyi tarafından geçirilen tüm kararları tüm vatandaşlar için bağlayıcı kılan bir yasa), Plebisler Konseyi (Concilium Plebis) kararıyla yürürlüğe giren tüm yasaların hem plebler hem de patrisyenler nezdinde bağlayıcılık taşıdığını bildirdi.
Roma'nın Büyümesi
Bu eşi benzeri bulunmayan yönetim, Cumhuriyet'in kent duvarlarının oldukça dışına doğru büyümesine fırsat sağladı. Kartaca'ya karşı düzenlenen - Kartaca Savaşları olarak da bilinen - III. Pön Savaşı (Latince: Tertium Bellum Punicum)'nda (M.Ö. 264 - 146) kazandığı zafer, Roma'nın yarımada sınırlarının dışına doğru büyümesinde atılan adımlardan ilki oldu. Yıllarca süren savaş ve Hannibal ya da 'Annibal' karşısındaki hezimetin getirdiği utanç sonrasında Senato nihayet "Carthago delenda est!" yani "Kartaca yok edilmeli!" diyen sözü geçen Yaşlı Cato'nun tavsiyesine kulak vermişti. M.Ö. 146'daki Zama Muharebesi'nden sonra Roma'nın bu kenti yok edişi ve IV. Makedonya Savaşı'nda (M.Ö. 150-148) Yunanlıları yenilgiye uğratışı, Roma Cumhuriyeti'ni hakiki bir Akdeniz gücü konumuna getirdi. Yunanlıların teslim olması Roma'ya zengin Helenistik kültürü, yani sanat, felsefe ve edebiyatı getirdi. Ne yazık ki, Cumhuriyet'in büyümesine rağmen, kurulan Roma Hükümeti hiçbir zaman bir imparatorluğu yönetmek için tasarlanmamıştı. Tarihçi Tom Holland'ın Rubicon adlı kitabında belirttiğine göre, Roma Cumhuriyeti her zaman siyasi açıdan çöküşün eşiğinde gibi görünürdü. Eski tarım ekonomisi başarıyla aktarılamadı ve aktarılamazdı ve bu durum zenginler ile yoksullar arasında uçurumun daha da açılmasına sebebiyet verdi.
Ne var ki Roma yalnızca savaşan bir devletten fazlasını ifade ediyordu. Romalılar kendi evlerinde ailenin önemine ve dinin değerine inanırlardı. Ayrıca yurttaşlığın ya da kentin (Civitas: Arkeoloji Terimi Olarak Civitas, Roma İmparatorluğunda duruma göre kent ya da devlet anlamlarında kullanılan bir kelime) gerçek anlamda medeni olmayı ifade ettiğine inanıyorlardı. Bu yurttaşlık kavramı, Roma toprakları Roma otoritesine karşı meydan okumaya başladığında çok geçmeden sınanmaya başlanacaktı. Ancak, bu devamlı süren savaş hali Cumhuriyeti yalnızca zenginleştirmekle kalmamış, aynı zamanda toplumun şekillenmesine de katkıda bulunmuştu. Makedonya Savaşları'ndan sonra Yunanlıların etkisiyle hem Roma'nın kültürü hem de dininin şekillenmesinde etkili oldu. Bu Yunan etkisiyle birlikte geleneksel Roma tanrılarında bir dönüşüm gerçekleşti. Artık Roma'da kişinin inancını kişisel anlamda dile getirmesi önem taşımıyordu, ancak dinsel tutkunun yaratabileceği tehlikelerden uzak durarak sert bir dizi ritüele harfiyen uyulması gerekiyordu. İmparatorluğun her yerinde bu tanrıları onurlandıran tapınaklar inşa edilecekti.
Roma'nın farklı yerlerinde sınıfsal ayrım en iyi surların içindeki konutlarda görülebilirdi. Bu nedenle Roma, çevresindeki kasabaları ve çiftlikleri terk ederek yaşam koşullarını iyileştirmeye çalışan pek çok insan açısından bir sığınak niteliği taşıyordu. Bununla birlikte, yerine getirilmeyen iş vaatleri pek çok kişiyi kentin yoksul bölgelerinde yaşamak zorunda bıraktı. Aradıkları işlerin çoğu zaman orada olmayışı, evsiz insanların yaygın bir duruma gelmesiyle sonuçlandı. Pek çok yüksek varlıklı yurttaş Palatine Tepesi (Latince: Collis Palatium)'nde otururken, diğerleri aşırı derecede kalabalık ve oldukça tehlikeli olan derme çatma konutlarda kalıyordu - çoğu insan sürekli yangın ve çökme korkusu içinde yaşamını sürdürüyordu. Her ne kadar bu konutların alt katlarında dükkanlar ve buna elverişli konutlar bulunsa da, üst katlar kentin daha yoksul sakinlerine ayrılmıştı; bu katlarda gün ışığı, şebeke suyu ve tuvalet bulunmuyordu. Sokaklar yeteri kadar aydınlatılmamıştı ve ortada polis gücü olmadığı için işlenen suç oranı oldukça yüksekti. Çöpler, hatta insan atıkları bile sürekli olarak sokağa bırakılıyor, bu da hem pis kokuya neden oluyor hem de hastalıkların yayılmasına zemin hazırlıyordu. Tüm bunlar halkın zaten hoşnutsuz olan ruh halini iyice kötüleştiriyordu.
Gracchus Kardeşler
Bu devam eden mücadele, elinde bulunduranlar ve bulundurmayanlar arasında, Cumhuriyet nihayet sona erene kadar sürecekti. Ne var ki, yönetimde mevcut sorunlara bir çare bulmaya çalışanlar da vardı. M.Ö. 2. yüzyılda, her ikisi de tribün üyesi olan iki erkek kardeş gereken değişimleri gerçekleştirmeye çalışmış ancak başarısız olmuşlardı. Tiberius Gracchus çeşitli reform önerileri arasında hem işsizlere hem de küçük çiftçilere toprak verilmesini sundu. Elbette, büyük çoğunluğu geniş toprak sahibi olan Senato buna şiddetle karşı çıktı. Concilium Plebis (Plebler Konseyi) bile bu fikri reddetmişti. Her ne kadar önerisi sonunda yasalaşsa da, uygulamaya geçirilemedi. Çok geçmeden isyanlar çıkmış ve aralarında Tiberius'un da bulunduğu 300 kişi öldürülmüştü. Ne yazık ki, erkek kardeşini de buna yakın bir akıbet bekliyordu.
Her ne kadar Gaius Gracchus da toprak paylaşımı düşüncesini desteklese de, tüm Roma müttefiklerine yurttaşlık hakkı verilmesini önerdiğinde onun da akıbeti belirlenmişti. Tıpkı ağabeyi gibi onun önerileri de büyük bir direnişle karşılaştı. Kendisini destekleyenlerden 3,000 kişi öldürülünce bu kez intiharı seçti. İki kardeşin Roma'da belli bir denge sağlamadaki başarısızlığı, Cumhuriyet'in çöküşe sürüklendiğinin birtakım göstergelerinden biri olacaktı. İlerleyen zamanlarda, başka bir Romalı bir sürü reform gerçekleştirmek amacıyla ayaklanacaktı. (Lucius Cornelius) Sulla (Felix) ve ordusu Roma topraklarına girerek, düşmanı Gaius Marius'u mağlup edip yönetimi ele geçirdi. M.Ö. 88 yılında yönetimi ele geçiren Sulla, kısa sürede Doğu'da Pontus Kralı Mithridatis'i yenilgiye uğrattı, generaller (Gnaeus) Pompey (Magnus) ve (Marcus Licinius) Crassus'un desteğiyle Samnitleri bastırarak Roma Senatosu'nu temizledi (80 kişi öldürüldü ya da sürgüne gönderildi), hukuk mahkemelerini yeniden düzenleyerek çeşitli reformlara imzasını attı. M.Ö. 79 yılında huzur içinde emekliye ayrıldı.
Cumhuriyet'in Çöküşü
Cumhuriyet, İmparatorluğun aksine, dışarıdan gelebilecek herhangi bir tehdit sebebiyle değil, içerden kaynaklanan bir tehlikeyle çöküşe geçecekti. Cumhuriyet'in giderek genişleyen bir imparatorluğa ayak uyduramamasından kaynaklanıyordu. Antik Sibylline kehanetleri bile bu çöküşün dışarıdan gelen istilacılarla değil, içerden geleceğini öngörüyordu. Bu içsel uyarılardan pek çok sayıda bulunuyordu. Romalı müttefiklerin yurttaşlık talep etmesi bu huzursuzluğun - M.Ö. 1. yüzyıldaki Sosyal Savaşlar (M.Ö. 90 - 88) - göstergelerinden biri oldu. Yıllardır Romalı müttefikler savaş için haraç ödemiş ve kendilerine asker sağlamışlardı fakat yurttaş olarak görülmüyorlardı. Tıpkı yıllar önceki pleb soydaşları gibi onlar da temsil edilmek istiyorlardı. İşlerin düzelmesi için bir ayaklanma olması gerekti. Her ne kadar Senato Roma yurttaşlarını bu kişilere yurttaşlık hakkı verilmesinin sakıncaları olacağı konusunda ikaz etmiş olsa da, sonunda İtalyan yarımadasının tamamında yaşayan herkese (köleler hariç) tam yurttaşlık hakkı tanınmıştı. Ardından Jül Sezar yurttaşlığı İtalya'nın dışına taşıyarak İspanya ve Galya halklarına da tanıyacaktır.
Bu sıralarda Romalı devlet adamı ve şair Marcus Tillius Cicero, Roma Hükümeti'ni devirmeye yönelik Romalı senatör Lucius Sergius Catilina önderliğindeki bir komployu ifşa ettiğinde kent, varlığını sürdürmesine dönük büyük bir tehditle yüz yüze geldi. Cicero ayrıca Cumhuriyet'in ahlaki yozlaşma sebebiyle gerilediğine inanıyordu. Bunun gibi sorunlarla birlikte yaşanan korku ve huzursuzluk M.Ö. 60 yıllarında yaşayan üç adamın dikkatini çekmişti: Bunlar Jül Sezar, Gnaeus Pompey ve Marcus Licinius Crassus'tu. Bunlardan Crassus, M.Ö. 71 yılında Spartaküs (Yunanca: Σπάρτακος, Spártakos.; Latince: Spartacus) (MÖ 109 – MÖ 71) ve yandaşlarını yenerek ün kazandı. Bu arada Pompey de hem İspanya'da hem de Doğu'da kendisini öne çıkarmıştı. Sezar ise yetenekli bir komutan olduğunu ispatlamıştı. Bu üç adam birlikte tarihçilerin Birinci Triumvirlik ya da Üç Kişilik Çete diye adlandırdıkları grubu oluşturdular. Bu üçlü yaklaşık 10 yıl boyunca gerek konsüllükleri gerekse askeri komutanlıkları ellerinde tuttular. M.Ö. 59 yılında Sezar konsüllük görevini bıraktıktan sonra ordusuyla birlikte kuzeye, Galya ve Germanya'ya doğru hareket etti. Pompey (Roma'dan yönetmesine rağmen) İspanya valisi olurken, Crassus doğuda üne kavuşmaya çalışmış ve ne yazık ki sonunda Carrhae Muharebesi'nde mağlup olup öldürülmüştü.
Bu sırada Pompey ve Sezar arasındaki artan gerilim iyice tırmandı. Pompey Sezar'ın başarısını ve kazandığı ünü kıskanırken, Sezar siyasete geri dönmek istiyordu. Bu farklılıklar sonunda ikisini savaşmaya götürdü ve M.Ö. 48'de Pharsalus'ta karşı karşıya geldiler. Yenilen Pompey Mısır'a kaçıp orada XIII. Ptolemaios tarafından öldürüldü. Hem doğu eyaletlerini hem de kuzey Afrika'yı ele geçirerek kendi yazgısını yerine getiren Sezar, bir kahraman edasıyla Roma'ya dönüp ömür boyu diktatör olarak ilan edildi. Pek çok düşmanının yanı sıra bazı müttefikleri de onun yeni konumunu Cumhuriyet'in kuruluşuna yönelik ciddi bir tehdit olarak görmüştü ve birtakım gözde reformlara rağmen, M.Ö. 44 yılında Mart İdusu'nda uğradığı suikast Cumhuriyet'i dize getirdi. Varisi ve aynı zamanda üvey oğlu olan Octavianus (Augustus), Marcus Antonius'a boyun eğdirerek sonunda Roma'nın ilk imparatoru oldu. Böylece Cumhuriyet ortadan kalkmış ve küllerinden yeniden Roma İmparatorluğu doğmuştu.