Bizans İmparatorluğunda toplum (MS 4. -15.yüzyıl), imparatorluk ailesi ve erkeklerden oluşan aristokrasi sınıfı hâkimiyetindeydi. Ancak savaşlar, nüfus hareketleri, imparatorluğun toprak verme, ünvan hediye etme ve karma evlilikler sayesinde sosyal hiyerarşide gelişme kaydetme fırsatları da vardı. Alt sınıfların çoğunluğu, aile/baba mesleğine devam ederlerdi, miras kalma, servet birikimi ve bir sınıftan diğer bir sınıfa geçiş olmasına yönelik herhangi bir resmi yasağın bulunmaması gibi durumlardan dolayı bir kişinin sosyal pozisiyonunu daha iyi bir hale getirmesi için en azından küçük bir olasılık sunulmuş oluyordu. Constantinople (İstanbul) ve diğer şehirlerde yabancı tüccarlar, paralı askerler, mülteciler, gezginler ve hacılar sürekli olarak seyahat ediyor veya kalıcı olarak imparatorluk topraklarına yerleşiyorlardı. Ve böylece Bizans İmparatorluğu kozmopolit yapısıyla meşhur olmuştur. Bu durum, ziyaret etmiş oldukları toplumun sosyal çeşitliliği karşısında şaşkınlıklarını gizlemeyip tanıklıklarını kaydeden dönem ziyaretçilerinin de belirtiği bir gerçek idi.
Aristokrasi
Bizans toplumu, Batıda geç Roma toplumunda olduğu gibi, geleneksel olarak iki geniş vatandaş gurubuna bölünmüştü: Honestiores (“ayrıcalıklar”) ve humiliores (“mütevaziler”), yani zenginler, ayrıcalıklılar ve diğer herkesin aksine sahip olunan sıfatlar (daha da düşük bir kategori olan köleler hariç). Bu iki kavrama göre sosyal gruplandırma; antik çağ boyunca Roma Hukukuna göre hepe geçerli olmuştur. Honestiores/Ayrıcalıklılar sınıfı; geleneksel olarak senatörleri, atlı sınıfı mensuplarını, dekürionları ve gazileri içeriyordu. Ve bu kategtoriye mensup olanlara yasal açıdan cezai işlemler, humiliores/mütevazilere göre daha hafif oluyordu. Çoğu durumda bedensel ceza yerine parasal ceza veriliyordu. Cinayet ve vatana ihanet gibi ağır suçlarda hiçbir sosyal ayırım yapılmıyordu. Bu iki grubun, günlük yaşam tarzları açısından ne kadar farklı oldukları açık değil, ancak daha düşük bir sosyal konuma sahip olanlara karşı genel bir önkabul vardı; ünvan, zenginlik ve güç sahibi olanlara daha fazla saygı gösteriliyor ve güven duyuluyordu.
Birçok Bizanslı Hıristiyan yazarın yorumladığı ve eleştirdiği bir durum; varlıklı sınıf ile yoksul sınıf yaşam standartları arasında büyük bir uçurum vardı. Bu sosyal bölünme, aile ismine, miras alınan servete ve bir bireyin saygın doğumuna verilen önemle devam ediyordu. Oysa bir kişinin sosyal merdiveni çıkarak yükselmesi çok zordu ama imkânsız değildi. Bizans toplumunda kan aristokrasisi yoktu; yüzyıllar boyunca sürekli değişen imparatorluk hanedanları ve bu hanedanların çoğu kez gelişigüzel dağıttıkları imtiyazlar, toprak ve ünvanlar ayrıca hiçbir ayırım gözetmeksizin kişilerin rütbelerinin daha alt bir düzeye düşürmeleri, yabancı istila ve savaş tehlikeleri gibi durumların hepsi soylu tabaka bireysel bileşenlerinin statik olmadığı ve ailelerin yüzyıllar boyunca yükselip gerilediği anlamına geliyordu.
Aristokrasi sınıfı, zenginliği ve statüyü sahip olduğu toprak mülkiyetinden elde ediyordu. Başlangıçta, toprağa bağlı köylülerin (koloni) çalıştığı eski Roma büyük mülk sahipliği sistemine dayanıyordu, ancak MS 10.yüzyıldan itibaren yeni bir askeri aristokrasi (dynatoi) sınıfı gelişmişti. Bu ikinci grup, otoritesini ve toprak sahipliğini, Bulgarlar ve Arap halifeleri gibi düşmanların artan sayıdaki saldırı ve istilalarına yanıt olarak, imparatorluk topraklarının idari olarak bölgelere (temalara) bölünmesinden elde ediyordu.
Arazi mülkiyeti miras alınabiliyor, ancak İmparator da toprak verebiliyor ya da mülkiyet hakkını kaldırabiliyordu. İmparator, özellikle de belirli ailelerin kendi konumu için fazla tehdit oluşturduğunu düşündüğü zaman bu yola başvuruyordu. İmparatorlar, toprak sahibi aristokrasinin vergi kaçırmasıyla da sürekli mücadele ediyor ve açgözlü aristokratların toprak satın almasını ve köylülüğü yalnızca kiracı çiftçilere (paroikoi) indirgemesini engellemek üzere girişimlerde bulunurlardı (büyük ölçüde başarısız girişimler). Bizans Araştırmaları Profesörü tarihçi Judith Herrin, imparatorun sadece aristokrasi sınıfı üzerinde değil, her sosyal kesim üzerinde, her şeyi kapsayan gücünü şöyle özetlemektedir:
İmparatorluk Sarayı, toplumun bütün sosyal kesimlerini bütünleştiren ve imparatorluk otoritesini güçlendiren hegemonik bir güce sahip idi; üst kültürün ve rakipsiz zekânın merkezi olarak tanınıyordu. Hırslı taşra sakinleri genellikle kendilerini onunla özdeşleştiriyor ve bir yer edinmeyi arzuluyorlardı (172).
Üst sınıflarda kişinin soyadına ve kimi tanıdığına bağlı olarak edinen daha başka statü katmanları da vardı. Patronaj, kişinin yaşamı boyunca ilerlemesini kolaylaştıran önemli bir faktör idi ve bugün olduğu gibi, kiminle okula gittiği, kimlerle arkadaş olduğu, ailesinin kim olduğu ve kiminle siyasi ve dini görüşleri paylaştığı, kişinin kariyerini ve sosyal gelişim fırsatlarını belirlemeye yardımcı oluyor ve gelişme kaydediyordu.
Tarihçi Herrin’in burada açıkladığı üzere, bir kişinin kayda değer bir aile ismi veya hamisinin olmadığı zaman, engelli olsa bile, toplumun daha yüksek düzeyine yükselmesinin bir yöntemi eğitim oluyordu:
Bütün alanlardaki liderlik pozisyonları yetenek sahiplerine açık olduğundan, eğitim düzeyi, sosyal bir hareketlilik aracı, yüksek mevki ve şöhret ödüllerinin anahtarı olarak görülüyordu. Döngüsel bir süreçte, genç üyelerin eğitimi aile servetinde bir artışa neden olabiliyor, bu da bütün sosyal ilişkilerine fayda sağlıyordu. Bu sosyal ilişkiler, Bizans’taki bilim adamları statüsünü güçlendiren eğitim tesislerine ve entelektüel faaliyetlerine yatırım yapılmasına yol açıyordu (119).
Aristokrasi sınıfı üyeleri, ünvanları ve hitap biçimlerinin yanı sıra, kaliteli mücevher ve ipek giysiler gibi statü sembolleriyle kolaylıkla tanınıyorlardı. Hatta bazı üst düzey yetkililerin kendilerine özgü görev kıyafetleri bile vardı. Bir pelerin, tunik, kemer ve ayakalabıların rengi veya fibulanın özel tasarımı ve malzemesi, kullanıcının görev yaptığı ofisi görsel olarak belirtitdi. Gerçekten de, takılan tokalardan bazıları o kadar değerli ve hırsızlık riski de o kadar yüksek oluyordu ki, birçok yetkili yaldızlı bronzdan yapılmış taklitler takıyordu. Ek rütbe rozetleri arasında küçük fildişi plaklar, metal damgalı diskler, altın bir yaka veya yaldızlı kırbaç vardı. Rütbeli kişilerin yazışmaları; ünvanlar, damgalı kurşun mühürler sosyal statü göstergeleri içeriyordu.
Alt Sınıflar
Bizans toplumu alt sınıf mensupları, geçimlerini sağlamak üzere bütün günü her bir endüstri dallında çalışırak geçiriyorlardı. Daha başarılı olanların ise kendilerine ait küçük işletmeleri vardı. Dolayısıyla, şayet modern terimleri uygulayacak olursak, toplumun bu kesimi orta sınıfı da içermekteydi. En tepede, hukuçular, diplomatlar, muhasebeciler, kâtipler ve alt düzey devlet memurları gibi eğitim yoluyla belirli bilgi ve beceri edinmiş, bugün “beyaz yakalılar” diyebileceğimiz çalışanlar vardı ve bunların hepsi de devletin verimli bir şekilde işleyişi için hayati önem taşıyorlardı.
Bu geniş sosyal grubun en üst tabakasında olanların bile üst sınıfların gözünde pek saygınlıkları yoktu. Tüccarlar, küçük işletme tacirleri ve hatta bankacılar son derece zengin olabilirlerdi, ancak aristokrasi sınıfı trafından pek itibar görmüyorlardı. Bizans dini sanatının, bu mesleklerin sahtekârlıkları ve belirgin sahtekârlık uygulamaları nedeniyle Cehennem azabı çektiği sık sık tasvir edilmekteydi. Devletin piyasalara, ürün fiyatlarına, tüccarların kullandığı tartılara her türlü kontrol ve denetim uygulaması da tesadüfi değildi. Başkalarından para kazananların dikkatle izlemesi gerekiyordu. Bununla birlikte, ticari faaliyetlerin istikrarlı bir şekilde işleyişi, MS 12.yüzyılda, tüccarların egemen, toprak sahibi sınıfa katılmaya başlaması anlamına geliyordu.
Bir sonraki düşük sosyal seviye, büyük lonca (collegia) üyelerinin mesleklerinde kalmaları ve becerilerini çocuklarına aktarmaları beklenen, sosyal açıdan daha az hareketli olan zanaatkârlar ve gıda maddeleri üreticileriydi. Beklentinin pratikte karşılanıp karşılanmadığı tartışmalı bir konu olsa da, toplumda herkesin bir yeri olduğu ve bunun sabit olduğu şeklindeki geleneği sürdüren bir kısıtlama hissi kesinlikle mevcut olmalıdır.
Son olarak ve açık ara en büyük nüfus grubu, kendi topraklarına sahip olan küçük ölçekli çiftçiler ve başkalarının işlerinde tarım işçisi (coloni) olarak çalışan en mütevazi vatandaşlardı. Bu ikinci grup, aşağıların da en aşağısı olan kölelerden çok daha üstün değildi ya da onlara kölelerden daha farklı davranılmıyordu.
Köleler
Köleler, Bizans toplumunda her zaman vardı ve toprakları fethedilen halklardan, savaş esiri mahkûmlardan ve köle pazarlarından geliyorlardı. Özellikle Balkan Yarımadasından ve Karadeniz çevresinden çok sayıda köle Bizans imparatorluğuna getirilmiş, ancak hiçbir zaman kırsal alanlardaki özgür köylü emeğini geçmemişlerdi. Bunun nedenleri muhtemelen MS 5.yüzyılda kölelerin her zaman yaklaşık 30 altın değerindeki pahalı bir mal olmasıydı (bir domuz bir altın, bir eşek ise üç altın değerindeydi). Kilise’nin, sosyal statüleri ne olursa olsun, bütün insanların Tanrı önünde eşit olduklarını kabul etmesine rağmen köleliğin daha devam ediyor olması Bizans İmparatorluğu tuhaflıklarından biri olmuştur. Köleliğin, devletin ve özellikle imparatorluk atölyelerinin işleyişi açısından önemi öylesine büyük olmuştu ki, kurum olarak Kilise, köleliği sona erdirmek yerine uzlaşmacı bir hoşgörü politikasını benimsemişti.
Kadınlar ve Çocuklar
Aristokrasi sınıfı kadınlarından, büyük ölçüde aile evini yönetmeleri, çocuklara bakmaları, hizmetçilerin yaptıkları işleri ve mülkleri denetlemeleri bekleniyordu. Kadınlar, gözlerden uzak bir hayat yaşamıyorlar ama kayda değer bir kamu görevini üstlenmiyorlardı. Eğirme, dokuma işlerini ve okuma-yazmayı öğrenmişlerdi ama resmi bir eğitim sıfatları yoktu. Evlenmeleri beklenen kadınlar kendi mülklerine ve çeyizlerine sahip olabiliyorlardı. Ayrıca, dul kalmaları halinde ailenin reisi rolünü de üstleniyorlardı. Boşanma prosedürü daha ziyade erkeklerin lehine olup, herhangi bir durumda, har iki taraf için de gerçekleşmesi kolay olmuyordu.
Çalışan bir kadın, çalışan pekçok erkeğin yaptığı işlerin hemen hemen aynısını yaparak geçimlerini sağlıyordu. Kendine ait işlere sahip olabiliyor ya da tıp alanında, tarım, imalat ve parakende sektörlerinde başkalarının işlerinde çalışabiliyorlardı. Kadınların en alt sınıfında sahneye çıkan aktrisler ve fahişeler vardı. Sosyal gelişme evlilik yoluyla sağlanabiliyordu, ancak erkeklerde olduğu gibi, çoğu kadın da mesleğini annesinden öğreniyordu. Bazı kadınlar, sosyal üst sınıf aileleri ve hatta bizaat imparatorluk ailesi bireyleriyle evlenerek ve bu amaçla düzenlenen gelin gösterilerinde derece alarak imparatoriçe sıfatını kazanıp sosyal basamakları çıkmada olağanüstü ilerleme kaydetmişlerdi.
Yukarıda belirtildiği üzere, eğitim (erkekler için) sosyal ilerleme açısından önemli bir fırsat idi, çoğu şehirde yerel bir piskoposun yönettiği bir okul da vardı. Ailesinin maddi gücü yeten genç erkeklere önce Yunanca okuma ve yazama öğretilirdi, ardından da antik çağın yedi klasik sanatında eğitim verilirdi: Gramer, retorik, mantık, aritmetik, geometri, armonik ve astronomi. Yükseköğrenim felsefesi, özellikle Platon ve Aristoteles eserlerinin yanı sıra Hıristiyan Teolojisi eserlerinin incelenmesi konularını içeriyordu.
Hadımlar
Bizans İmparatorluğuna özgü bir özellik olmasa da toplumun ve hükümetin ilginç bir yanı, Constantinople (İstanbul) Kraliyet Sarayında ve daha da yaygın halde devlet idaresi işlerinde hadımların kullanması olmuştur. Aslında Constantinople’da hadımların çokluğu yabancı ziyaretçileri genellikle şaşırtıyordu. Varisleri ve cinsel istekleri olmadığı için (en azından teoride), yaygın egemen düşünce, hadımların kendi ceplerini doldurmadan veya imparatorluk ailesine mensup hanımlarla çapkınlık yapmadan imparatora ve devlete hizmet etmeleri konusunda güvenilir insanlar olabiliyorlardı. Piskoposlar, orduda birçok başarılı general, Kilise’de görev yapan bazı önemli şahsiyetlerde olduğu gibi, İmparatorun kişisel hizmetkârları (yemeğini veren ve onu giydiren) hadımlar oluyorlardı.
Pekçok aile, tıpkı kızların nedime olarak pozisyon kazanmak üzere gönderildikleri gibi, iyi bir sosyal konum kazanmaları umuduyla erkek çocuklarını hadım olarak Saray’a göndermeye çokça istekliydi. Ayrıca, hadım kişiler üzerinde uzmanlaşmış, önemli oranda köle ticareti yapan kişiler de vardı; hadım edilme, genellikle savaş esirlerinin alışık olmadıkları bir muamele değildi. Sonuç itibariyle, birçok üst sınıf hanede, evin kadınlarına hizmet edecek ve çocuklarına eğitim verecek hadım köleler vardı. Kendi bedenine zarar verme Kilise uygulamalarıyla çelşiyordu ve bir kişinin kendisini hadım etmesi (self-castration) resmi olarak yasaklanmıştı. Yine de Constantinople (İstanbul) Kiliseleri, daha sonra Roma ve Vatikan’dan kopya edilen bir uygulama olan, hadım edilmiş (castrati) kişilerden oluşan korolarının olmasından gayet memnun idiler. Son olarak, hadım etme ve diğer fiziksel sakatlama uygulamalarına Bizans Hukukuna göre ceza verilirdi, bu durum, hadımların hemen hemen herkes tarafından tutulduğu yaygın bir sosyal bir küçümsemeyi gösteriyordu.
Din Adamları
Bizans İmparatorluğu topraklarında, Hıristiyanlık, geniş çapta uygulanan bir din olduğu için din adamlarını oluşturan sınıf üyeleri çok sayıdaydı ve topluluklar için din adamları önem arz ediyordu. Din adamları ve Kilise’nin başında Constantinople Patriği (piskopos) vardı, ancak imparatorlar da bazen Kilise politikaları ve hatta doktrinleriyle ilgileniyorlardı. Patrik’in atanması veya görevden alınması aynı zamanda imparator’un ayrıcalıklı bir hakkı oluyordu. Bu hakkı, birçok kez, benzer düşüncelere sahip psikoposların atanması; yeniden evlenme veya ikonların yok edilmesi gibi konularda imparatorluk planları işleyişine engel teşkil edenlerin görevden alınması için kullanılmıştır. Büyük kasabalara ve çevre bölgelerine başkanlık eden, hem Kilise ve hem de imparatoru temsil eden yerel piskoposların hatırı sayılır bir zenginliği ve gücü de vardı.
Aynı zamanda, din adamlarına yönelik bazı sosyal kısıtlamalar da vardı. Rahiplerin ve diyakonların (papaz yardımcısı), ataması yapılmadan önce evlenmiş olmaları halinde, eş sahibi olmalarına izin verilirken, piskoposlar ise eşlerinden ayrılmak zorunda kalıyorlardı. Psikopostan ayrılan bir eşin durumu daha da kötü oluyordu, çünkü kocasından ayrılmasından sonra bir manastıra kapanmak zorunda kalıyordu. Doğal olarak, birçok kadın, rahibelerin kendilerini Mesih’e adadıkları, yoksullara ve hastalara yardım ettikleri, özellikle de kendilerini adamış oldukları manastırda özgürce dini bir yaşam seçmiştir.
Yabancılar
Daha önce bahsi geçen farklı sosyal sınıf düzeyleri arasında, Bizans İmparatorluğunu çok kozmopolit bir toplum haline getiren yabancılar ve Hıristiyan olmayanlar da vardı. Bizans İmparatorluğu, fethetmiş olduğu birçok ülke halklarını mevcut toplum yapısına dâhil etmiş; binlerce insan zorla yerinden edilmiş, daha da fazlası, insanlar doğdukları yeni yerde daha iyi bir yaşam arayışına girmiş ve Bizans Ordusu İskandinavlara, Ruslara, Ermenilere, Anglo-Saksonlara ve Almanlara istihdam olanağı sağlamıştır. Tüccarlar, küçük işletme tacirleri ve zanaatkârlar, becerilerinden ve mallarından geçimlerini sağlayabilecekleri yerlere göç etmişlerdi. Yahudiler borç verme ve tekstil alanlarında yaygın olarak faaliyet gösteriyorlardı, Arap Yarımadasından gelen Müslüman tacirler mallarını yerel pazarlarda satışa sunuyorlardı, İtalyan tüccarlar ise Cenova, Pisa ve Venedik gibi büyük ticaret şehirlerinden geliyorlardı. Ancak, MS 1042 yılında Constantinople’de (İstanbul) faaliyet gösteren yerel tüccarların yabancı rakiplerine saldırdığı kötü şöhretli ayaklanmanın da gösterdiği gibi, bu gruplar arasında her zaman uyum hali yoktu. Sonunda, Avrupa’nın her bir yerinden gelen Hıristiyan hacılar, Kutsal Topraklara giderken İmparatorluğun kutsal yerlerini ve kalıntılarını görmek üzere Constantinople’den geçerlerdi.