İngiltere Sanayi Devrimi (1760-1840) gelişmeleri sırasında buharla çalışan makinelerin bulunması gibi çok sayıda teknik yeniklere tanıklık edilmiş ve bu gelişmeler yeni çalışma yöntemlerinin gelişmesiyel sonuçlanmıştı. Yeni çalışma yöntemleri İngiltere’de çok sayıda sosyal değişimlerin yaşanmasına yol açmıştı. Her zamankinden daha fazla kadın ve çocuk işçiler çalıştırıldı, ilk kez kasaba ve şehirlerde kırsal kesimden daha fazla insan yaşamaya başladı. Daha genç yaşlarda evlilikler yapıldı, aileler daha fazla çocuk sahibi oldular ve sanayide çalışmanın aile bütçesine kattığı satın alma gücüyle aile bireylerinin beslenme rejiminde gelişme kaydedildi. Diğer yandan da, işgücü eskisinden daha az oranda vasıflı hale gelirken, bunun yanında birçok işyerinde sağlıksız ve çalışanların güvenliği açısından tehlkeli durumlar gelişmeye başlandı. Şehirlerde hava kirliliğinden dolayı rahatsızlıklar baş gösterdi, kötü sağlık koşulları insanların yaşam seyrini etkiledi ve suç işleme oranında artış oldu. Kentli orta sınıf nüfusunda artış oldu, ancak çoğunluğu artık topraktan geçinmeyen vasıfsız çalışan yoksul kesim ile zenginlikleri sahip oldukları toprak mülkiyetiyle değil de ellerinde bulunan sermayeyle ölçülen varlıklı sınıf arasında aşılması mümkün olmayan uçurum oluştu.
Kentleşme
İngiltere nüfusu 18.yüzyılda çarpıcı bir şekilde artmaya başladı ve bundan dolayı 1801 yılında ilk kez ülke genelinde nüfus sayımı yapılmasına gidildi. Bundan sonra her 10 yılda bir nüfüs sayımı yaplırken her defasında yükseliş giden dikkat çekici sonuçlar elde edildi. 1750 -1851 yılları arasındaki yüzyıllık dönemde İngiltere’nin nüfusu 6 milyondan 21 milyona yükseldi. Londra’nın nüfusu 1801’den 959.000 iken 1871 yılında 3.254.000’e yükseldi. Manchester’ın nüfusu 1801yılında 75.000 iken 1871 yılında 351.000’e yükseldi. Diğer kentlerde de benzer bir artış yaşadılar. 1851 yılında yapılan nüfus sayımında, ilk olarak, kasaba ve şehirlerde kırsal kesimden daha fazla insan nüfusunun yaşadığı ortaya çıktı.
Daha sınırlı şehir sosyal ortamında kısa sürede birbirleriyle tanışan genç nüfusun olması, daha erken yaşlarda evliliklerin gerçekleşmesi anlamına geliyordu. Kırsal kesim şartlarında yaşayan toplumlara kıyasla doğum oranlarında artış oldu ( kırsal kesimde de nüfus artışı oluyordu ancak daha düşük oranda). Bir örnek vermek gerekirse, “Lancashire bölgesi şehir kesiminde 1800 yılında 17-30 yaş arası gençler arasında evlilik oranı % 40 iken, kırsal kesimde evlilik oranı % 19 olarak tespit edilmişti. İngiltere kırsal bölgelerinde evlik ortalama yaşı 27, çoğu sanayi bölgelerinde 24, madancilik alanlarında yaşayan nüfus arasında ise evlilik yaşı yaklaşık olarak 20 olarak kayda geçmişti (Shelley, 98).
İngiltere’de kentleşme süreci, kasaba ve şehirlerde yaşayan toplulukların dayanışma ruhu olmadığı anlamına gelmiyordu. Aynı sokakta yaşayan insanlar kriz dönemlerinde çoğu zaman bir araya geliyorlardı. Maden alanları ve tekstil fabrikaları çevresinde yaşayan topluluklar, herkesin aynı mesleği icra etmesi, aynı maden ocağında çalışması veya aynı fabrika zinciri faaliyetlerinden birinde yeralmasından dolayı aynı topluluk ruhu ve gururu ile sıkı sıkıya bağlı kalıyorlardı. Çalışanlar ayrıca, genelllikle deniz kenarında yapılacak bir geziye katılabilmek amacıyla, para biriktirmek üzere kulüpler oluşturmak amacıyla bir araya geliyorlardı.
Tekstil fabrikaları ve kömür madeni yatakları etrafında gelişen şehirlerde hayatın seyri çok sıkışık hal almıştı. Birçok aile daha ucuza mal olması dolayısıyla aynı evi paylaşmak zorunda kalıyorlardı. “1840’lı yıllarda Liverpool’da, aynı mahzen ortamında ortalama altı kişi olmaka üzere, bodrum katlarında 40.000 kişi yaşıyordu” (Amstrong, 188). Şehirlerdeki hava kirliliği, birçok yerde, sağlık sorunu haline geliyordu. Yeterli düzeyde temizlik önlemlerinin alınamayışı – birçok sokaktaki evlerde su bulunuyor veya kanalizasyon altyapısı vardı ancak sifon gibi bazı donanım özellikleri olmayan tuvaletler birden fazla hane halkı arasında ortak kullanılması - bazı hastalıkların yayılmasına yol açmıştı. 1837, 1839 ve 1847 yıllarında yaygın tifo salgını yaşandı. 1831 ve 1849 yıllarında kolera salgını oldu. Daha iyi beslenme koşullarının gelişmesi ve hastalıklara karşı aşı kullanılmasından dolayı birelerin yaşadığı ömür süresinde artış oldu, ancak, bazı dönemlerde daha bebek yaşlarda ölüm oranları yüksek olabiliyor ve bazen 5 (beş) yaş altı çocuklarda ölüm oranı % 50’nin üzerine çıkabiliyordu. 1848 yılında Halk Sağlığı Yasası çıkarılana kadar hükümetler sağlık önlemlerini geliştirmede sorumluluk üstlenmediler bile ve zamanında gerekli önlemleri olmak üzere bölgesel sağlık kurallarının uygulamaya konulması yavaş oluyordu. Kentleşmenin olumsuz başka bir sosayal etkisi adi suçların işlenmesi oranında artış oldu. Suç işleyenler kentlerdeki sosyal hayatın giderek artan anonimliği içinde tespit edilmekten kaçabileceklerinden daha emin olmaya başladılar.
Şehirler, ekonomik durumları daha iyi olanların hayır yardımlarıyla ayakta kalan yoksulların yoğunlaştığı yerleşim yerleri haline geldiler. Çocuklar dilenerek sokaklarda yaşıyorlardı. Evi ve işi olmayan erkek çocuklar genellikle Ayakkabı Boyacısı olmak üzere eğitiliyorlardı. Bu yoksul çocuklara, kötü şartlardaki düşkün evlerine gitmek zorunda kalmasınlar diye Hayır Kurumlarınca Boyacılık fırsatı eğitimi veriliyordu. Kurum olarak Darülaceze, 1834 yılında çıkarılan Yoksullar Kanununda Değişiklik Yasası ile hizmete açılmıştı. Islahevinde, kasıtlı olarak, tercih edilmeyecek kadar kötü şartlarda çocuklara koruma hizmet veriliyordu. Erkek, kadın ve çocuk bireylerin yalnızca hayatta kalacakları koşullardan biraz fazlası hizmet sağlanıyordu. Daha sağlıklı koşulların sağlanması halinde Islahevinde kalan bireylerin sözkonusu Hayır Kurumlarınca sağlanacak ücretli iş arama yoluna gitmemeye teşvik edeceği düşünülüyordu. Islahevi, adından da anlaşılacağı üzere, verdiği hizmetler arasında bireylere iş sağlamak da vardı. Ancak, sunulan iş gerçekten de çok sıkıcı oluyordu: Yapıştırıcı üretmek üzere kemikleri kırmak veya çalışma evini temizlemek gibi pek de cazip olmayan ve sürekli tekrarlanan aynı iş oluyordu. Tüm sosyal sorunlara rağmen kentleşme devam etti ve 1880 yılına gelindiğinde İngiltere’de nüfusun yalnızca % 20’si kırsal alanlarda yaşıyordu.
Çalışma yaşamı
Erkekler
Erkek çalışanlar, maden alanları, makinelerle donatılmış fabrikalar, gemi yapım tesisleri, tren istasyonlarıyla birlikte demiryolları mahallerinde verilen hizmetler ve inşaat projelerinde yaşanan patlamayla birlikte, Sanayi Devrimi sırasında daha önce hiç olmadığı kadar iş bulma fırsatına sahip oldular. Ama bu işlerin çoğu vasıfsız oluyordu; marangozluk, tekstil dokuma ve at taşımacılığı gibi vasıflı becerileri olanların yaptıkları işlerin yerini çoğu zaman makineler alıyordu. Erkek çalışanlar, ücret açısından çok daha düşük olan kadın işgücünden çok daha fazla rekabetle karşı karşıya kalıyorlardı. İş bulan erkek çalışanlar önceki dönemden daha istikrarlı bir ücret alıyorlardı; ancak mekanize bazı işler tehlikeli olabiliyor, genellikle sürekli tekrarlanan rutin ve sıkıcı işler oluyordu. İşçilerin üretim sürecinin yalnızca belirli bir kısmına odaklandığı fabrika çalışma sistemi, üretimi yapan işçinin nihai ürün ürettiği eskiden evde çalışma sisteminden çok daha az başarı duygusuna sahip olduğu anlamına geliyordu.
İşçilerin haklarını korumak üzere sendikalar kuruldu, ancak sendikal faaliyetlere 1799 ile 1824 arası dönemde kanunla yasaklama getirildi. Birçok işveren, 1830’lara gelindiğinde bile, yeni işe alınan işçilerin bir sendikaya üye olmadıklarına dair bir belge imzamaları gerektiği konusunda ısrar ediyorlardı. Nisbetten başarılı olan sendikalar ise, üyelerinin sendika faaliyetlerinde gelişme sağlamak üzere tam zamanlı çalışan üyelerinin olması için toplu olarak sendikaya katkı sağlamayı göze alabilen mühendisler gibi daha kalifiye çalışanları temsil eden sendikalar oluyordu. Bu dönemde sendikalar kadın ve çocuk çalışanları temsil etmiyordu.
A Gallery of 30 Industrial Revolution Inventions
Kadınlar
Daha düşük ücretle çalıştıklarında ve çok az sayıda makinenin çalıştırılması için büyük fiziksel güce ihtiyaç duyulmadığından dolayı çoğu kadın çalışan erkeklerle aynı görevi yerine getiriyordu. Fabrikalarda çalışan kadınların çoğu 30 yaşın altındaydı ve bu kadın çalışanların çoğunluğu daha ergen yaşlarında oluyorlardı. “İngiltere’de 1818 yılında yapılan bir araştırmaya göre pamuklu tekstil çalışanlarının yarısından fazlasını kadın işçilerin oluşturduğunu gösteriyordu” (Horn, 57). İskoçya fabrikalarında çalışan kadın işçi sayısı daha da yüksekti. Ayrıca, örneğin Manchester bölgesinde “en yüksek ücret alan bir kadın fabrika işçisi, en yüksek ücreti alan erkek işçinin dörte biri (1/4) oranında ücret alıyordu” (Horn, 59).
Madenlerde çalışan kadınlar, genellikle tüm gün sulu ortamda yürümeyi gerektiren işler için kömür sepetlerini önden arabalara taşımak üzere işe alınıyorlardı. 1842 yılında çıkarılan Maden Yasasının uygulamaya konulmasıyla birlikte kadınların,10 yaşın altındaki kız ve rekek çocukların yeraltında yapılan işlerde çalıştırılması yasaklanmıştı. Kısa bir süre sonra çok sayıda kadın çalışanm işini kaybetti ve bu reformların sonucunda erkek çocuğu olmayıp sadece kızları olan bazı aileler ciddi mali sıkıntılar yaşadılar.
Sanayi Devriminin gelişim seyri sırasında, daha olumlu bir sosyal gelişme olarak, kadınların iş bulma olanaklarının artması, daha geleneksel kırsal kesim topluluklarında olduğundan daha fazla bağımsızlığa sahip olmaları anlamına geliyordu. Genç yaştaki kadınlar ailelerinden maddi olarak daha önce bağımsız olabiliyor ve artan sosyal ilişkiler dikkate alındığında eş tercihinde daha seçici olabiliyorlardı (elbette, erkekler gibi). Bunlara ek olarak, 1850’li yıllarda “evli kadınların çocuk sahibi olma duyarlılığı daha az oluyor ve iki doğum arasındaki zaman aralığını en aza indirmeleri gerekliliği daha yüksek oluyordu” (Horn, 5).
Çocuk İşçiler
Çocuk işçiler, yetişkin çalışanlarla aynı süre olan 12 saatlik vardiyalarda çalışıyorlardı ancak daha düşük ücret alıyorlardı (yetişkin erkek işçiden % 80, kadın işçiden % 50 daha düşük). Genellikle, 5 (beş) yaşında, ama ortalama olarak 8 (sekiz) yaşında olan çocuklar dar maden kuyularında kömür taşımak veya pamuk artıklarını toplamak üzere fabrikalardaki makinelerin altına girmek gibi yetişkin işçilerin yapamadığı belirli görevleri yerine getiriyorlardı. 1800 yılından 1850 yılına kadar olan dönemde çocuk işçiler madencilik faaliyetlerine çalışan işgücü oranının % 20 – 50’sini oluşturuyordu. Fabrikalarda çalışan İngiltere işgücünün yaklaşık olarak üçte biri (1/3) çocuk işçilerden sağlanıyordu.
Çocuk işçileri ya doğrudan aileleri gönderiyordu ya da kendi başlarına da iş bulabiliyorlardı. Ayrıca, ailelerin çocukalarını bir fabrika sahibine çırak olarak vermeleri karşılığında yerel örgütlerden/makamlardan madi yardım aldıkları, ikili sözleşmeye benzer bir sistem daha vardı. Bu sistem yaygın haldeydi ve 1816 yılında çocuk işçilerin evlerinden ne kadar mesafe uzakta çalışmaları gerektiğine dair bir sınırlama getirildi: 64 Km (40 Mil).
Çocuk işçiler, tarım faaliyetlerinde her zaman yaptıkları rutin işleri yaparak çalışıyorlardı; hayvancılıkla ilgilendiler ve fiziksel olarak yapabilecekleri her türlü basit işleri gördüler. Bu dönemde yaşanan başka bir gelişme; alınacak hasada yardım etmeleri için mevsimlik işleri görmede yardımcı olmak üzere çocuk işçilerin yerel örgütler/makamlar tarafından tarım çetelerine gönderilmeleri olmuştu.
Çocukların Eğitimi
Pek çok çocuğun eğitim alma dönemi yerini, genellikle ailelerin yetersiz kalan gelirini desteklemek amacıyla, bir gün de olsa, iş gücüne katılmak üzere ailelerin yaptığı tercih almıştı. Köy Okulları, Yerel Pazar Okulları (1844’ten itibaren), “ Üç R” şeklinde formüle edilen Okuma, Yazma ve Aritmetik konularında eğitim veren, Düzensiz Okullar olarak bilinen, Temel Eğitim Okulları vardı. En ucuz okul bile aillelere günlük bir Penny’ye mal oluyordu; geçimini sağlamak üzere çalışmak zorunda kalan bir aile için hiçte önemsiz bir yük değildi. Öğretmenlerin mesleki kalitesi de farklılık arz ediyordu ve sınıflar genellikle aşırı denebilecek sayıda kalabalık oluyordu. Öğretmenlerin de tek gelir kaynağı ailelerden aldıkları ücret teşkil ediyordu ve bu nedenden dolayı sınıf yerleşim imkânı elverdiği ölçüde fazla sayıda öğrenci kaydetmek istiyorlardı.
Bazı işveren aileleri, kendi çocuklarına ve bazı yetişkin çalışanlarına okuma-yazma öğrenmeleri için eğitim veriyorlardı. Bununla birlikte, sözde esas eğitim konusu kesinlikle işgücü için arka planda kalıyordu: “okul çağındaki çocukların en az yarısı Sanayi Devrimi sırasında tam zamanlı olarak çalıştılar” (Horn, 57). 05 ila 12 yaş arası çocukların zorunlu eğitimi ve bunu sağlayacak gerekli kurumlar 1870’lere kadar faaliyete geçmediler. 19.yüzyılda okuryazarlık oranında artış oldu ve bu gelişme, kâğıt üretim makinelerinden ve matbaalardan elde edilen ölçek ekonomilerinin mümkün kıldığı düşük maliyetli kitapların kullanılmasıyla mümkün oluyordu. Bireylerin yazma yeteneğinin gelişmesi, insanların 1840 yılından çıkarılan düşük maliyetli ilk posta pulu olarak, Penny Black posta sisteminden yararlanmalarını sağlamıştı. Toplumun okuma becerisi 19.yüzyılın ikinci yarısında okuyan kişilere sunulan düşük maliyetli, ucuz günlük gazeteler ile de teşvik edilmişti.
Alt, Orta ve Üst Sınıflar
Varlıklı ve yaptırım gücü elinden bulunduran kesim için toprak mülkiyeti, her zaman olduğu gibi, toplumun seçkin tabakasını tanımlayıcı bir özellik olarak kaldı. 1876 yılına gelindiğinde, İngiltere nüfusunu oluşturan kesimin şaşırtıcı bir oranda % 95’inin herhangi bir toprak parçası mülkiyeti yoktu. Bu durum, büyük toprak sahibi katmanının her zamanınkinden daha fazla toprak mülkiyeti üzerine yoğunlaşması anlamına geliyordu. Bu durumla birlikte, Sanayi Devrimi sırasında toprak sahipliği edinen seçkinler tabaksının tanımlayıcı bir özelliği daha vardı; Sermaya sahipliği. Çok zengin toplumsal tabaka, işletmelere doğrudan yatırım yaparak, yeni kurulan şirketlere ve mucit kişilere gelecekte sağlanabilecek bir kâr payı karşılığında borç vererek, taşımacılık yapılan kanalların, demiryolu ve gemi inşaat şirketlerinin hisselerini satın alarak varlıklarına başka varlıklar katarak zenginliklerini sürdürmeye devam ettiler. Özel bankalar, parası olanların daha fazla kazanmasını sağlayana yeni ve daha belirgin finans sektörlerinin bir özelliğini oluşturuyorlardı.
Büyük toprak sahiplerinin ve zengin kapitalist yatırımcıların bir altındaki sırada, hükümetin belirgin bir şekilde, iş görme faaliyetlerine müdahale etmediğinden dolayı ellerinde büyük güç toplayan işletme sahipleri vardı. 1830’lardan itibaren, işletme sahipleri faaliyetlerine sınırlayıcı yasalar çıkarıldığında bile, işçilerin çalışma saatleri, sağlık ve güvenlik konularında yönetmelik düzenlemeleri üzerinde kısıtlayıcı hükümlerin olmayışı, denetleme yapacak müfettişlerin kronik olarak eksikliği nedeniyle çıkarılan yasa hükümleri nadiren uygulanıyordu. Asgari ücret daha tespit edilmemişti, çalışanların ücretleri enflasyona endeksli değildi ve işçiler, demoklesin kılıcı gibi her zaman başlarında duran, işveren tarafından anında işten çıkarılma tehdidiyle karşı karşıya kalıyorlardı. Kısacası, çalışan sosyal kesimler her zaman çalıştıklarından daha fazla çalışırlarken, toprak ve işlertme sahipleri daha zengin oldular ve giderek daha fakirleştiler.
Üst tabaka ile alt sınıf arasındaki uçurum giderek daha da büyüyordu. Fabrikada çalışan işçilerin çok az düzeyde aktarılabilir becerileri vardı ve bundan dolayı da mevcut vasıflık düzeyine takılıp kalıyorlardı. Geçmiş yıllarda, el dokumacısı bir kişi, kendi işini kurmak üzere, kendi çalışmasıyla, uzun yıllara varan meslek mesaisiyle de olasa para biriktirebiliyordu. Ancak, bu yöntemle sosyal merdivenleri tırmanarak amacına erişmek artık çok daha zor hale gelmişti. İşçi sınıfının bu bireysel çalışma kapasitesi, daha büyük işletme kapasitesi olan fabrikalar ile rekabet edebilmek üzere önemli miktarda para tahsisatı ayırarak makine yatırımı gerektiriyordu. Küçük ölçekli çiftçiler, arazi kiraları artıkça ve makineleşme süreci ölçek ekonomisini destekledikçe, azalarak devre dışı kalan başka bir grubu oluşturuyorlardı. Böylece, varlıklıların sahip olduğu bireysel çiftlikler giderek daha büyük hacimlere ulaşıyor ve sayıları da giderek daha da azlıyorlardı.
Eğitim alarak meslekte yükselme olasılığı vardı, ancak, bu yoldan amacına ulşmak için, çok az kişinin sahip olduğu para ayırma imkânı gerektiriyordu. Çocukların çırak olarak bir yere girmeleri, ailelerinden daha iyi bir iş bulma yolu olmaya devam ediyordu. Ancak, önceden gerekli olan yüksek ücretleri ödeyebilme gücü ve sonrasında yıllara varan ücretsiz çalışma dönemi ve eğitim alma süresi gerektirdiğinde herkesin bu yolu izleme imkânı olmuyordu. Birden fazla fabrika sahibi olan Robert Owen (1771-1858) gibi bazı şanslı kişiler, alt sınıftan bir çırak konumundan büyük bir sanayici olmak üzere yükselmişlerdir, ancak, bu kişiler, genel geçer kurallar dışında kalan istisnai kişiliklerdir. Sanayi Devrimi sırasında yenilik yapan mücitlerin çoğunluğu üniversite düzeyinde eğitim almış olmaları da dikkate değer bir olgudur.
Sanayi Devrimi sırasında bir kişinin sosyal statüsü ve mesleği, o kişinin sağlığı konusu ile kesinlikle doğrudan bir ilişkisi vardı. 1842 yılında Leeds şehrinde görev yapan bir doktor Dr.Holland, farklı toplumsal grupların ortalama yaşam sürelerini gösteren verilerin derlemesini yapmıştı. Üretici ve üst sınıflara mensup kişilerin ortalama yaşam süresi 44 iken, muhtelif dükkân sahiplerinin 27 yıl ve çalışan kesim bireylerinin ise 19 yıl olarak bulunmuştu. Bu yaşam süresi her zaman olan süreden daha düşük bir ömür.
Kentli orta sınıfın nüfusunda artış kaydedilerek, 1880’li yıllarda bu nüfus yaklaşık olarak % 25 çoğalmıştı, ancak bu nüfusun çoğu, yaşam seyri giderek daha sıkışık hal alan ve hava kirliliği olan şehirlerin iç bölgelerinden şehir dışı bölgelerine, genellikle bir bahçesi olan yeni mülklere taşınıyordu. Bilim insanları, avukatlar, teknik sınıfı mühendisler ve benzeri profesyoneller, çocuklarına bakmaları, evlerinin temizlik işlerini görmeleri ve yemek pişirmeleri için hizmetçi tutma ücretini karşılayabiliyorlardı. Orta sınıf mensupları, Londra’da faaliyete geçen Josiah Wedgwood (1730-1790) Şirketi sergi salonu gibi daha yeni ve zarif satış yerlerinden ihtiyaçları olan malı satın alıyorlardı. 1810’lardan itibaren, havagazı kullanılarak sokakların aydınlatılma yeni sistemiyle, bu sokakların geceleri de daha güvenli hale getirmişti ve böylece restoranlar, tiyatrolar ve diğer eğlence kuruluşları gelişmeye başladı. Orta sınıf, daha varlıklı esnaf ve zanaatkâr kesimi çocuklarını okula gönderebiliyor veya özel bir öğretmenden ders aldırma ücretini karşılayabiliyordu.
Viktorya dönemi şafağında, 1837 yılından itibaren, üst ve orta sınıfların, yoksul kesimden gelen işçileri daha fazla çalıştırarak ve “daha temiz” ortamlarda hayatını idame ederek, “ilerlemeye” yönelik güçlü bir kamu desteğini aldıklarına tanıklık edilmişti. Aslında, bu hor gören ahlak tutumu, 1780 yılında Pazar Okulu Hareketi ve 1785 yılında Pazar Okulu Derneğinin faaliyete geçmesiyle daha önceden zaten başlamıştı. Sosyal reformcuların çoğunluğu Konformist Olmayan Hıristiyanlar (Anglikan Protestanı) olduklarından dolayı, din ve hayırseverlik arasında yakın bir bağ vardır. Diğer yandan da1811 yılında Ulusal Yoksullar Eğitimini Teşvik Derneği kuruldu. Kurumsal olarak bu dernek ve benzeri hayırsever kuruluşların olması, fabrikaların ve aşırı kalabalık şehirlerin bu yeni sanayileşmiş dünyasında emeğin ayırımcı kullanılmasına karşı orta sınıflar, entelektüel kişiler ve sanaatçılar arasında bir tür tepki olduğunu gösteriyordu.
Sanayi Devrimi sürecinde, çoğu insanın yaşam standardında ortalama olarak yaklaşık % 30 oranında artış olmuştu, ancak, alt sınıflar bu gelişme deneyimini 1830’lardan itibaren yaşayabildiler. En yoksulların durumu, gazetelerle, broşürlerle ve de artan edebiyat ilgisi sayesinde nüfusun geri kalan kısmına görünür hale getirildi. Ressam Joshua Reynolds’un Masumiyet Çağı (1788) portresi ve Charles Dickens’ın Oliver Twist (1837) romanı gibi sanat eserleri, çocukların korunması ve yoksul yetişkinlere kendilerini veya en azından çocuklarının hayatında iyileştirme yapmak üzere fırsat verilmesi gerektiğine dair yeni bir inancın gelişmesine yardımcı olmuştu. Ama ne yazık ki, Sanayi Devrimi süreci sona erene kadar, sosyal iyişleşmeyi sağlamak amacıyla gerekli reformlar, yatırımlar yapılmamış ve kurumlar olması gerektiği gibi yerinde işlememiştir.