İkinci Dünya Savaşı Nedenleri

10 günler kaldı

Tarih Eğitimine Yatırım Yapın

Hayır kurumumuz Dünya Tarih Vakfı'nı destekleyerek tarih eğitiminin geleceğine yatırım yapıyorsunuz. Bağışınız, gelecek nesilleri çevrelerindeki dünyayı anlamak için ihtiyaç duydukları bilgi ve becerilerle güçlendirmemize yardımcı olur. Yeni yıla daha güvenilir tarihsel bilgileri herkes için ücretsiz olarak yayınlamaya hazır bir şekilde başlamamıza yardımcı olun.
$3081 / $10000

Makale

Mark Cartwright
tarafından yazıldı, Nizamettin Karaben tarafından çevrildi
26 Mart 2024 tarihinde yayınlandı 26 Mart 2024
Bu makaleyi sesli dinle
X
Makaleyi Yazdır

İkinci Dünya Savaşı (1939-1945) nedenlerinin izleri Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) sonrasında yapılan barış antlaşması sert şartlarına ve 1930’lu yıllardaki ekonomik kriz dönemine kadar sürdürülebilir. Daha aciliyet arz eden nedenler, Almanya, İtalya ve Japonya’nın komşu devletlere karşı saldırgan istila hareketleri olmuştur. Zayıf ve bölünmüş bir Avrupa, izolasyon politikasını izleyen Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve fırsat kollayan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin (SSCB), taraf her bir devletin barış yapma niyeti olmasına rağmen, yatıştırma/yumuşama politikasını izlenmeleri her ülkenin en çok sakındığı şeyin olmasına yol açmıştı: Etkisi uzun süre devam eden ve korkunç bir Dünya Savaşı.

Europe on the Eve of WWII, 1939
İkinci Dünya Savaşı Arifesinde Avrupa, 1939
Simeon Netchev (CC BY-NC-ND)

İkinci Dünya Savaşının Ana Nedenleri;

  • Versailles/Versay Antlaşması Sert Şartları
  • 1930’ların Ekonomik Krizi
  • Faşizmin Yükselişi
  • Almanya’nın Yeniden Silahlanması
  • Adolf Hitler kültü
  • Batılı Güçlerin Yatıştırma Politikasını İzlemeleri
  • Miğfer Devletler Arasında Karşılıklı Çıkar Anlaşmaları
  • Müttefik Devletler Arasında Anlaşmaların Olmaması
  • Almanya, İtalya ve Japonya’nın Bölgesel Genişleme Politikaları
  • Nazi-Sovyet Paktı
  • 1939 Yılı, Eylül Ayında Polonya’nın İşgal Edilmesi
  • ABD Pearl Harbour Deniz Üssüne Japonya Saldırısı

Versay Antlaşması

Almanya Birinci Dünya Savaş sonunda mağlup olmuş ve galip devletler, savaş maliyetleri bir kısmının karşılanmasını sağlamak ve Almanya’nın gelecekte bir tehdit haline gelmesini önlemek amacıyla sert anlaşma şartları uygulamaya koymuşlardı. Avrupa ekonomileri ve nüfusu savaştan büyük ölçüde zarar görmüşken, Almanya neredeyse kazanacağından emin ve sanayisi hala da sağlam bir yapıda olduğundan dolayı, galip devletler hoşgörülü davranacak bir ruh halinde değillerdi. Almanya tehlikeli bir devlet olarak kalmıştı. Ancak, İngiltere ve Fransa, taraflar arasında kalıcı bir kızgınlığa yol açabileceği ve Almanya’nın ihracata yönelik değerli bir pazar olmaktan çıkacağı için ceza uygulayıcı bir çözüm yolunu tercih etmemişlerdi.

ALMANYA, İKİNCİ DÜNYA SAVAŞINI BAŞLATAN TARAF OLMANIN SORUMLULUĞUNU VE SUÇLULUĞUNU KABUL ETMEK ZORUNDA KALMIŞTI.

Barış yapılma şartları, 28 Haziran 1919 tarihinde, SSCB dışında bütün taraf devletlerin imzaladıkları Versay Antlaşmasıyla belirlenmişti. Almanya ve Fransa arasında tampon bölge görevini görebilmesi için Rheinland bölgesinin askerden arındırılması gerekiyordu. Bütün koloniler ve Batı Almanya’nın kömür madeni açısından zengin bir alan olan Saar İdari Bölgesi, Almanya otoritesine bağlı kalmaktan çıkarılmıştı. Polonya’ya, Yukarı Silezya Sanayi Bölgesi ve Danzig (Gdansk) bölgesini de içeren ve Doğu Prusya’yı Almanya’nın geri kalanından ayırıp denize ulaşımı sağlayan bir koridor verilmişti. Fransa, Alsas ve Lorraine bölgelerini geri almıştı. Almanya, komşu devletler Fransa ve Belçika’ya savaş tazminatı ödemek zorunda kalmıştı. Almanya silahlı kuvvetlerinin bir sınırı olması gerekiyordu ve uçak, denizaltı veya savaş gemisini artık inşa edemiyordu. En sonunda Almanya, savaşı başlatmanın bütün sorumluluğunu, yani, suçlu olduğunu kabul etmişti. Pek çok Alman, barış şartlarını son derece onursuzca olarak değerlendirmişlerdi.

Anlaşma şartları gereği, Doğu Avrupa’da dokuz yeni ülke kurulmuştu; hepsinin sınırları konusunda ihtilaf olması ve birçoğunun da başka bir ülkenin parçası olduğunu iddia edilen büyük azınlık gruplarını içermesi nedeniyle istikrarsızlığa yol açan bir reçete oluyordu. Birinci Dünya Savaşı ağır maliyetlerinin ardından yeniden güçlenen Almanya, İtalya ve Rusya, yeni gelişen bu ülkelere emperyalist bir kıskançlıkla baka kalmışlardı.

Newspaper Front Page Declaring the Signing of the Treaty of Versailles
Versailles Antlaşmasının İmzalandığını Bildiren Gazete Önsayfası
Kallen2021 (CC BY-SA)

Almanya, 1920’li yıllarda iki önemli antlaşma imzalamıştı. 1925 yılında yapılan Locarno Antlaşmasına göre Almanya Batı sınırlarını garanti altına almış ancak Doğuda bir miktar değişim olmasına da yol açmıştı. 1928 yılında Kellogg-Briand Paktı 56 ülke tarafından imzalanmıştı. Büyük güçler dış politikalarını askeri yöntemlerle yürütmemeye söz vermişlerdi. 1929 yılında imzalanan Versay Antlaşması hükümleri uyarınca öngörülen Almanya tazminatı 6,6 Milyon Sterlinden 2 milyon Sterlin’e indirilmişti. 1932 yılında tazminatın tamamı iptal edilmişti. Bütün bu gelişmeler umut verici olmuş ancak 1930’lu yıllara gelindiğinde Avrupa diplomasisinin karmaşık ağları, yaşanan ekonomik gerileme ortamında hızla çözülmeye başlanmıştı.

Ekonomik Kriz

Wall Street Borsasında, 1929 yılında, çöküş olmasının yol açtığı Büyük Buhran, 1930’lar boyunca birçok ülke ekonomisinde kriz yaşanmasıyla sonuçlanmıştı. Dünya ticaretinde, fiyatlarda ve istihdamda çöküşler meydana gelmişti. Almanya’da, 1923 yılında, tasarrufları değersiz hale getiren hiperenflasyon yaşanmıştı; bu gelişme Alman orta sınıfı çoğunun asla unutamayacağı bir darbe olmuştu. Alman ekonomisinin bağlı olduğu ABD’den gelen düzenli krediler (Dawes Planı) durdurulmuştu. Uluslararası ticaretin çökmesi nedeniyle birçok devlet arasında düşmanca bir tutum olmasına neden olmuştu. Dünya’nın en önemli tefecisi ABD ise izolasyonist bir strateji izlemişti. Britanya ve Fransa yalnızca kendi imparatorlukları durumuna bakıyorlardı, korumacılık ve ticaret tarifeleri normal hale gelmişti.

Almanya, doğal kaynakların askeri işgal yoluyla elde edilmesini gerektiren bir politika izlemiş, kendine yeterliliğe ulaşma ve dünya ticaret ortaklarına güvenmeme konusunda kararlı hale gelmişti. Mali karmaşadan çıkış yolu olarak, fabrikalarda ve silahlı kuvvetlerde istihdam yaratacak kitlesel bir yeniden silahlanmada faaliyeti görülmüştü. İzlenen politika, yalnızca silah stoku yapmayı değil, aynı zamanda kaynak, enerji, fabrika ve vasıflı işçiler açısından silah endüstrisine öncelik verilen topyekün savaşa yönelik bir ekonomi yaratmayı da amaçlıyordu.

Adulation of Hitler, Bad Godesberg
Hitler’e Sevgi Gösterisi, Bad Godesberg
Bundesarchiv, Bild 183-H12704 (CC BY-SA)

Hitler ve Nazi Partisi

Milliyetçi faşist partilerin durumu Avrupa’nın genelinde yükselişe geçmişti. İtalya’da, 1922 yılından itibaren, yönetimde faşist parti lideri Benito Mussolini (18834-1945) vardı. İspanya’da,1939 yılında, General Franco (892-1975) adında faşist bir hükümdar iktidar koltuğuna çıkmıştı. Almanya’da ise, 1932 yılı Temmuz ve Kasım seçimlerinden sonra en büyük parti olarak iktidara gelen faşist Nasyonal Sosyalist Parti (Nazi Partisi) lideri Adolf Hitler (1889- 1945) vardı. Britanya gibi demokrasilerde bile faşist partiler siyaset sahnesine çıkmışlardı. Karizmatik liderler popüler milliyetçi duygularını çok daha kötü bir düşünce biçimi olan faşizm ideolojisine dönüştürüyorlardı. Faşist partiler, farklı ülkelerde tam olarak aynı olmasa da, temel bazı ortak hedef politikasını izliyorlardı. Dönemin faşist liderleri, mutlak güç sahibi olmak istiyorlardı ve bu yeni düzeni sağlamak üzere “konformizme, yabancı düşmanlığına, rutin hale gelen şiddet uygulamalarına, muhalif gördükleri görüşlere karşı aşırı nefret” duygusuna vurgu yapıyor ve zayıf ülkeleri de küçümsüyorlardı (Dear, 274). Faşist partiler, daha başlangıçta, komünizm muhalifleri olarak popülerlik kazanmışlardı ve 1917 Bolşevik Devriminden bu yana pek çok kişi tarafından tehdit olarak görülüyorlardı. Gerçekten de Batılı ülkelerde komünizme dair derin şüphelerin olması, sonuç itibariyle savaş olmasından kaçınacak şekilde, SSCB ile güçlü bir siyasi ve askeri ittifakın kurulmasına engel teşkil etmişti.

ALMANYA’NIN YENİDEN SİLAHLANMASINA İZİN VERİLMESİ, YATIŞTIRMA POLİTİKASININ BİR PARÇASIYDI.

Adolf Hitler, Versay Antlaşmasından sonra aşağılanmış olmanın intikamı alınacağına ve Almanya’nın yeniden büyük güç olacağına dair söz veriyordu. Pek çok Alman, Birinci Dünya Savaşında ordunun üst düzey komutanlığı tarafından ihanete uğradıklarına inanıyorlardı ve savaştan bu yana bitmek bilmeyen etkisiz koalisyon hükümetlerinden bıkmışlardı. Yerleşik seçkin sosyal tabakayla hiçbir bağlantısı olmayan Hitler, yeni bir başlangıç önerisinde bulunmuş ve en önemlisi, işsizliğin, yoksulluğun son derece yüksek düzeyde olduğu bir dönemde iş imkânı sağlama ve ekmek vaadinde bulunuyordu. Nazi Partisi, savaş erdemlerinin savunulduğu, görkemli bir çaba olarak görülen, Almanya’nın büyümesine güç verecek dinamik bir ekonomi sözü veriyordu. Nazizm ideolojisi, Alman halkının refah içinde yaşayabilecek yeni topraklar olan Lebensraum (yaşam alanı) çağrısında bulunuyordu. Nazizmin başlıca iç düşmanları; Yahudiler, Slavlar, Komünistler ve sendikal örgütler olarak tanımlanmışlardı. Bu toplumsal kesimler, Nazilerin iddia ettikleri Almanya’nın gelişme potansiyelini gerçekleştirmekten alıkoyan insanlar oluyorlardı. Nazizm, Almanların kendi kaderlerini tayin edebilecekleri ve üstün ırk olduklarını kanıtlayabilecekleri uluslararası bir mücadele çağrısı yapıyordu. Kökleri itibariyle hiç birisi yeni olmayan bu türden fikirler, savaşın artık kaçınılmaz olduğu anlamına geliyordu. Totaliter rejimlerin savaşa, liberal demokrasilerin ise gelişme kaydetmek üzere sosyal barış olmasına ihtiyaç duydukları konusu basit bir iddia gibi görünebilir, ancak önemli miktarda gerçekliği de içinde barındırır. Adolf Hitler, yeni resmi tanımlaması Alman İmparatorluğu olan Üçüncü Reich iktidarının 1000 yıl süreceği sözünü veriyordu. Muhaliflerin propaganda ve gösteri yapmasını ve de alternatif fikirleri acımasızca bastırma politikasıyla, Almanya ve Avusturya’da uzun süreden beri benimsenen görüşlerden ustalıkla yararlanılmış ve birçok kişi de ikna edilmişti. Üçüncü Reich dönemi tarihçisi F.McDonough’un belirtiği şekliyle “Hitler, modern enstrümanlar eşliğinde icra edilen eski bir melodinin davulcusu” oluyordu (93).

Diğer seçeneklerin tükendiğini gören Alman Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg (1847-1934), 1933 yılı, Ocak ayında Adolf Hitler’i Almanya Şansölyesi olmaya davet etmişti. Hitler, her türlü muhalif hareketi sistematik olarak ezdikten sonra, 1924 yılında Mein Kampf (Kavgam) adlı kitabında yazıldığı şekliyle, ülke iç politika tasarılarını uygulamaya koymaya ve totaliter bir rejim kurmaya başlamıştı. Prusyalı devlet adamı Hindenberg, 1934 yılı, Ağustos ayında ölmesinin ardında, Hitler de bu pozisyonları fiilen birleştirme politikasını izlemişti. Başkan ve Şansölye olmuş, kendisini Almanya lideri veya Führer’i ilan etmişti. Hitler artık devlet olmuş ve daha önce imkânsız hayalini gerçekleştirmesi için gereken tek şey; yeniden silahlanmış bir Almanya hedefi vardı.

Bismarck at Sea
Bismarck Savaş Gemisi Denizde Seyrederken
Bundesarchiv, Bild 193-04-1-26 (CC BY-SA)

Almanya’nın Yeniden Silahlanması

Adolf Hitler, ülkenin silahlı küvvetlerini yeniden kurmaya kararlıydı. 1935 yılı, Mart ayında resmen kabul etmediği Versay Antlaşmasının dayattığı kısıtlamalara rağmen yeniden silahlanmada hızla artış olmuştu. Alman Ordusu, izin verilenden dört kat daha büyüme kaydetmişti. Batılı güçler en sonunda hasara sınırlama getirme yaklaşımını benimsemek zorunda kalmışlardı. 1935 yılı, Haziran ayında, Almanya donanma gücünü, Kraliyet Donanmasının % 35 seviyesinde olmasıyla sınırlayan ve Hitler'in Bismark Savaş Gemisi gibi devasa boyutlarda yeni gemiler inşa etmesine olanak tanıyan İngiliz-Alman Deniz Anlaşması imzalanmıştı.

Adolf Hitler kültünün başka bir gereği; silahlı kuvvetleri bütün personelinin Hitler’e bağlılık yemini etmesi gerekiyordu. Almanya, 1938 yılında, yeniden silahlanma sayesinde neredeyse tam istihdam seviyesine ulaşmıştı. Hitler, Alman halkına verdiği sözleri yerine getirmişti. Almanya’nın yeni savaş makinesinin de elbette bir bedeli olacaktı. Yeniden silahlanma, büyük miktarda ham madde ithalatını gerektiriyordu ve Almanya’nın, 1939 yılından itibaren, ham madde kaynaklarının bulunabileceği bölgeleri işgal etmesi, soruna makul bir çözüm yolu gibi görünüyordu. En önemlisi, Almanya’nın düşmanlarına karşı silah avantajı vardı ama bu durum uzun süre devam etmeyecekti. Hitler açısından artık saldırmanın zamanı gelmişti.

Yatıştırma/Yumuşama Dönemi

Almanya’nın yeniden silahlanmasına olanak sağlanması, izlenen yumuşama politikasının bir parçası oluyordu: Yani, topyekün bir savaş felaketinden kaçınmak üzere makul düzeyde taviz vermek. Britanya, Fransa ve ABD’nin izledikleri yatıştırma politikası, ne pahasına olursa olsun, barış olması anlamına gelmiyordu, ancak izlenen politikadaki sorun, saldırgan güçlere, adım adım devam eden saldırganlıklarına zorunlu olarak artık devam edemeyecekleri izlenimi verilmesi olmuştu. Atılan bu adımları gözden geçirmek için 1930’ların başında uygulanan küresel politikaya bakmamız gerekiyor.

League of Nations Cartoon
Milletler Cemiyeti Karikatürü
Leonard Raven-Hill (Public Domain)

Milletler Cemiyeti (bugünkü Birleşmiş Milletler Örgütü öncüsü), Birinci Dünya Savaşından sonra uluslararası anlaşmazlıklara çözüm yolunu bulması ve dünya barışının korunmasını sağlamak amacıyla kurulmuştu. Her ne kadar ABD Başkanı Woodrow Wilson (görev dönemi 1913- 1921) Birliğin kurulmasında etkili olsa da, en önemlisi, ABD hiç bir zaman Birlik faaliyetlerine katılımcı olmamış ve bu durum örgütün ciddi bir şekilde zayıflamasına da yol açmıştı. Almanya, Milletler Cemiyetine 1926 yılında katılmış ancak 1933 yılında ayrılmıştı. Japonya aynı yıl ayrılmıştı. Birleşmiş Milletler Örgütünün, 1931 yılı, Eylül ayında Japonya’nın Mançurya’yı ve İtalya’nın 1935 yılı, Ekim ayında Habeşistan'ı (Etiyopya) işgal etmesini engelleme konusunda başarısızlığında açıkça görüldüğü üzere, Birliğin belirlenen hedeflerine ulaşma konusunda kesinlikle yetersiz olduğu ortaya çıkmıştı. Adolf Hitler, şüphesiz bu olayları dikkate almış ve Birliğin özellikle saldırılar karşısında askeri tepkisini yakından izlemişti: Almanya, kendi silahlı kuvvetlerinin yenilenmesi nedeniyle sınırlarını genişletme hazırlıkları yapıyordu.

Adolf Hitler, 1933 yılından 1935 yılına kadar olan dönemde belirsiz bir dış politika izlemiş, bazen de barışçıl niyetleri olduğuna dair söz bile vermişti. 1934 yılı, Ocak ayında, Polonya ile yapılan barış anlaşması ve aynı yılın sonlarında Avusturya’yı, Alman İmparatorluğu Üçüncü Reich ile birleştirme niyetinde olmadığını belirten bir açıklama yapmak gibi diplomatik sihirbazlık oyunlarıyla kafa karışıklığına neden olmuştu. Daha sonra, 1935 yılından itibaren, bazı tarihçiler Führer’in aslında somut hiç bir planı olmadığını, yalnızca düşmanlarının sunduğu fırsatları yakaladığını iddia etmiş olsalar da, aslında yaptığı planları daha da net hale gelmişti. Bazı tarihçiler, oldukça kaotik yapıda ve hizipçi Nazi Partisi içindeki kısıtlamalar nedeniyle Hitler’in istediği gibi hareket etmekte tamamen özgür olmadığını iddia ediyorlar.

Saar Bölgesi (Saarland), 1935 yılı Mart ayında, Almanya ile yeniden birleşmiş ve aynı yılda zorunlu askerlik ilan edilmişti. Almanya, 1936 yılı, Mart ayında Ren Bölgesini işgal etmişti. Almanya ve İtalya yönetimleri, Ekim ayında, Roma-Berlin Ekseni ile müttefik olmuşlardı. İtalya ve Almanya (daha sonra Japonya da), 1939 yılı, Kasım ayında, imparatorluk inşasında karşılıklı işbirliği ve komünizme karşı birleşik cephe kurulmasını öngören Anti-Komitern Paktını imzalamışlardı. Adolf Hitler, 1938 yılı, Mart ayında, Almanya ve Avusturya’nın resmi birleşmesi olan Anschluss (Avusturya’nın ilhakı) olayını gerçekleştirmişti. Milletler Cemiyetinin güçlü bir tepki vermemesinden cesaret alan Hitler, Çekoslovakya’nın Almanya ile sınırı olan sanayi bölgesi Südetenland’ı işgal etmişti. Bu işgal operasyonunda bölgedeki Alman azınlığına baskı uygulanarak bastırıldığı bahane edilmişti. Yine Batılı güçler, Fransa ve SSCB’nin Çeklerle bir yardım anlaşması imzalanmasına rağmen herhangi bir askeri tepki vermemişlerdi. 1938 yılı, Eylül ayında, Almanya, Fransa, İtalya ve İngiltere arasında, Almanya’nın yeni genişletilmiş sınırlarını kabul eden Münih anlaşması imzalanmıştı. SSCB davet edilmemişti; faşizme karşı birleşik bir cephe oluşturmak üzere kaybedilen zaman ve son fırsat; belki de diğer olası stratejileri dışlayarak yatıştırma politikasını izlemenin gerçek bedeli burada yatıyordu. Britanya Başbakanı Neville Chamberlaine (görev dönemi 1937- 1940), gazetecilerin önünde Hitler’in imzaladığı belgenin bir nüshasını sallayarak, kendinden emin bir şekilde, “şerefli barışın” (Dear, 597) elde edildiğini ve artık “zamanımızda barışa” sahip olduğumuzu ilan etmişti (McDonough,121). Başbakan Chamberlain, o yılın Nobel Barış Ödülüne aday olarak gösterilmişti.

Chamberlain, Daladier, Hitler, & Mussolini, Munich 1938
Chamberlain, Daladier, Hitler ve Mussolini, Münih 1938
Bundesarchiv, Bild 183-R69173 (CC BY-SA)

Son savaşın yarattığı dehşet hala herkesin zihninde taze iken, yumuşama politikası, Batılı liderler için cazip bir politika oluyordu. Fransa, bu dönemde siyasi açıdan zayıftı ve 1930’lu yıllara kadar 16 koalisyon hükümeti ülke yönetiminde görev almıştı. Britanya, başka büyük bir savaşla zayıflamış, imparatorluğunu kaybetme kaygısını yaşıyordu. Britanya, Fransa ve ABD ülkelerinde kamuoyu ezici bir çoğunlukla savaşa ve yeniden silahlanmaya karşıydı. Dahası, Hitler’in, Almanya’nın sınırlarını genişletme politikasını izlemeye devam etmeyeceği hiçbir şekilde kesin değildi. Hitler, Almanya’ya Birinci Dünya Savaşı öncesindeki toprakları kazandırmanın ötesinde hiç bir hedefi olmayacağına dair söz vermişti. Son olarak, aslında başarı şansı olan bir politika olduğuna inanılması da yatıştırma/yumuşatma oluyordu. Batılı güçlerin, Almanya’nın liderlik faaliyetini takip etmesi ve yeniden silahlanması için önemli bir zaman kazanmıştı. Britanya ve Fransa’da ekonomik olarak çalkantılı dönemlerde silahlanmayı, kaynak israfı olarak gören ve Almanya’nın, İngiltere’nin ihracatta beşinci büyük müşterisi olduğuna dikkat çeken güçlü lobiler vardı. Geriye dönüp bakıldığında, Hitler’in mümkün olduğu kadar Avrupa’nın çoğunu işgal etme niyetinde olduğu ve anlaşmaları ihlal etme konusundaki geçmişte yapılan müzakerelerin anlamsız olduğu kanıtlandığından dolayı yumuşa politikasının aptalca olduğu anlaşılmıştı. Çek ülkesi ağır sanayisinin Almanların eline geçmesine uzak tutmak, muhtemelen Polonya’nın daha sonra işgal edilmesinden daha ziyade savaşa girmek için daha iyi bir konu oluyordu. Ancak, Britanya, Fransa ve SSCB o zamanda savaşa girmek üzere gerekli donanıma sahip değillerdi. Bu ülkeler, 1939 yılına kadar, savaşa girebilmeye yönelik ekonomilerini ciddi anlamda geliştirmeye başlamışlardı.

Polanya’nın İşgali

Almanya ve İtalya’nın, 1939 yılında, Avrupa’da daha fazla toprak işgal etme arayışlarına yönelik önemli faaliyetlerinde daha da artış olmuştu. Almanya, 1939 yılı Mart ayında, Çekoslovakya geri kalan toprakları ve Litvanya’nın bir kısmı olan Memel (Klaipeda) topraklarını Üçüncü Reich sınırlarına dâhil etmişti. Nazilerin Alman Yahudilerine yönelik saldırıları karşısında giderek dehşette düşen batılı güçler, böylesi bir rejimle müzakere etmenin ahlaki gerekçelerle haklı olup olamayacağını sorgulamaya başlamışlardı. İzlenen yatıştırma politikası en nihayetinde unutulmaya bırakılmıştı.

İngiltere ve Fransa Mart ayının 31. gününde Polonya sınırlarını garanti altına alma sözünü vermişlerdi ve Nisan ayında bu taahhüt Romanya’yı kapsayacak şekilde genişletilmişti. Türkiye ve Yunanistan, İngiltere ve Fransa ile karşılıklı koruma görüşmelerine başlamıştı. Fransa ve İngiltere liderleri, faşistlerin ne pahasına olursa olsun, toprak genişleme hedefleri olduklarını anlamışlardı. Bir yanda Almanya ve İtalya’nın askeri donanımını artırma çalışmaları devam ederken, diğer yandan da Sovyet yardımını içeren 1936-1939 yılları arası dönemde yaşanan İspanya İç Savaşı da devam ediyordu. İtalya güçleri, Nisan ayında, Arnavutluk topraklarını işgal etmişti. Adolf Hitler, aynı ayın sonunda, İngiliz-Alman Denizcilik Anlaşmasını reddetmişti. İtalya ve Almanya, 1939 yılı, Mayıs ayında, askeri bir ittifak olan “Çelik Paktını” imzalamışlardı.

Almanya-Sovyetler Birliği arasında, 1939 yılı, Ağustos ayında, her bir ülkenin Dışişleri Bakanı adını taşıyan Molotov-Ribbentrop Paktı (Nazi Sovyet Paktı) adlı bir saldırmazlık paktını onaylamışlardı. Sovyetler Birliği lideri Joseph Stalin (1873-1953), İngiltere ve Fransa’nın, Hitler’in Doğuya doğru hareket etmesi halinde, Hitler’i yatıştırmaya istekli olduklarını giderek daha fazla farkına varmıştı. “Kolektif Güvenlik” olasılığı (İngiltere, Fransa ve SSCB’nin birlikte çalışması) taraflar arasındaki güven eksikliği nedeniyle gerçekleştirilememişti. Nazi-Sovyet Paktı ise tam tersine, Stalin’in Doğu Polonya’yı ele geçirmesine, SSCB’yi bir süreliğine savaşın dışında tutmasına ve yeniden silahlanmak üzere değerli bir zaman kazanmasına olanak tanımıştı. Almanya’nın yalnızca Batı’da Britanya ve Fransa’ya karşı savaş açma olasılığı karşısında, Stalin’in, Nazi Führeri Hitler’e verdiği “açık çek” ile her üç ülke de yeterince zayıflatılacak ve böylece SSCB’yi artık tehdit edemeyeceklerdi.

Explosion of USS Shaw, Pearl Harbour
USS Shaw Gemisi Patlaması, Pearl Harbour
Unknown Photographer (Public Domain)

Avrupa, kendisini savaş içine sürükleyecek nitelikte, tek bir kıvılcım bekleyen bir kav kutusu haline gelmişti. Almanya’nın, 01 Eylül 1939 tarihinde, Polonya’yı işgal etmesiyle çok geçmeden kıvılcım zaten çakılmış oldu. Ertesi gün, İngiltere Dışişleri Bakanı Chamberlain, Almanya’nın geri çekilmemesi halinde Hitler’in savaş operasyonunu gündeme alacakları yönünde uyarıda bulunmuştu. Hitler ise verilen bu ültimatomu görmezden gelmişti. Fransa ve İngiltere, 03 Eylül günü, özgür ve bağımsız ulusları korumak amacıyla Almanya’ya savaş ilan etmişlerdi. Avantajının ne olabileceğini görmek üzere kenarda bekleyen İtalya, o günlerde tarafsız kalmıştı. Dünya, nefesini tutarak bundan sonra nelerin olabileceğini görmek üzere büyük bir ilgiyle beklemeye başlamıştı. Ancak, beklenmedik bir cevap; hiçbir şey olmayacak şeklinde olmuştu

Dünya Savaşı

Müttefik ve Mihver güçlerinin doğrudan karşı karşıya gelmedikleri “sahte savaş” durumu, Almanya’nın günümüzde gelişmiş Benelux Ülkeleri (Belçika, Hollanda ve Lüksemburg) tanımlamasıyla bilinen toprakları işgal ettiği 1940 yılı, Nisan ayına kadar devam etmişti. Almanya durdurulamaz bir güç olduğunu kanıtlamış, Haziran ayı sonunda Fransa da düşmüş ve Ekim ayında Yunanistan da işgal edilmişti. Almanya, 1941 yılında, Yugoslavya’yı işgal etmiş, Britanya ise, Hitler’in 1941 yılı, Haziran ayında SSCB’yi işgal etmesine (Barbarossa Harekâtı) kadar hayatta kalma mücadelesinde yalnız kalmıştı.

Japonya’nın, 07 Aralık 1941 tarihinde, Hawaii adalarında, ABD’nin Pearl Harbour Deniz Filosuna saldırmasıyla savaş küresel bir hal almıştı. Japonya, Çin milliyetçiliğinin yükselişinden duyduğu endişe nedeniyle zaten Doğu Çin’i işgal etmiş ve ardından da emperyalist güç olma ve ihtişam arayışı, doğal kaynaklara erişim, özellikle de ABD’nin uyguladığı ambargodan dolayı ithalatına kısıtlama getirilen petrol bulmak amacıyla Güneydoğu Asya topraklarının çoğunu işgal etmişti. Japonya yönetimi, Avrupa’da yaşanan olayların kendisine karşı olabilecek doğrudan bir tepkiyi önlemeye yol açmaya yarayacağını umuyordu. Ancak ABD güçleri çatışmaya katılmışlardı. Dünya da, dört yıl süren, etkisi uzun süre devam ve acılı savaş yılları yaşanmadan barış da olmayacaktı.

Sorular & Cevaplar

İkinci Dünya Savaşının üç ana nedenleri nelerdir?

İkinci Dünya Savaşının üç ana nedenleri; 1) Almanya, Japonya ve İtalya’nın saldırgan yayılmacılık politikaları, 2) Müttefiklerin İzledikleri Yumuşatma politikası, 3) Stalin’in Almanya ile ittifak kurma kararı.

İkinci Dünya Savaşını başlatan olay hangi olmuştur?

İkinci Dünya Savaşasının resmen başlamasına neden olan olay, Almanya’nın 01 Eylül 1939 tarihinde Polonya’yı işgal etmesi olmuştu.

Müttefik Devletler, Hitleri durdurdukları gibi, daha önce neden engel olamamışlardı?

Müttefik Devletler (İngiltere, Fransa ve ABD), Hitler’in Polonya’yı işgal etmeden önce, durdurmak üzere hiçbir şey yapmamışlardı. Çünkü Hitler’in bazı şikâyetlerinde haklı olduğunu düşünüyorladı. Başka bir savaşın çıkmasından kaçınmak istiyorlardı, silahlı kuvvetlerinin savaş gücü ve silah üretimi açısında savaşa hazır değillerdi.

Çevirmen Hakkında

Nizamettin Karaben
Tarih; Dinler Tarihi/Teopolitik; Siyasi Tarih; Sosyal Antropoloji; Mitoloji; Dilbilimi; Ekonomi Politik; Edebiyat konuları ilgi alanlarım.

Yazar Hakkında

Mark Cartwright
Mark, tam zamanlı yazar, araştırmacı, tarihçi ve editördür. Özel ilgi alanları arasında sanat, mimari ve tüm medeniyetlerin paylaştığı fikirleri keşfetmek yer almaktadır. Siyaset Felsefesi alanında yüksek lisans derecesine sahiptir ve WHE Yayın Direktörüdür.

Bu Çalışmayı Alıntıla

APA Style

Cartwright, M. (2024, Mart 26). İkinci Dünya Savaşı Nedenleri [The Causes of WWII]. (N. Karaben, Çevirmen). World History Encyclopedia. alınmıştır https://www.worldhistory.org/trans/tr/2-2409/ikinci-dunya-savasi-nedenleri/

Chicago Formatı

Cartwright, Mark. "İkinci Dünya Savaşı Nedenleri." tarafından çevrildi Nizamettin Karaben. World History Encyclopedia. Son güncelleme Mart 26, 2024. https://www.worldhistory.org/trans/tr/2-2409/ikinci-dunya-savasi-nedenleri/.

MLA Formatı

Cartwright, Mark. "İkinci Dünya Savaşı Nedenleri." tarafından çevrildi Nizamettin Karaben. World History Encyclopedia. World History Encyclopedia, 26 Mar 2024. İnternet. 21 Ara 2024.