Pek çok tarihçiye göre Batı Roma İmparatorluğu’nun MS 5.yüzyıldaki çöküşü, Petrarch’ın savına rağmen her zaman için antik dünyanın sonu ve hatalı şekilde sıklıkla Karanlık Çağ olarak adlandırılan Orta Çağ’ın başlangıcı olarak kabul edilmiştir. MS 5.yüzyılın ortalarında batı eyaletlerinin çoğu zaten kaybedildiğinden, herhangi bir yazar imparatorluğun çöküşünden bahsettiğinde genellikle spesifik olarak Roma şehrinin düşüşünü kasteder. Tarihçiler genellikle yıkılışın yılı olarak MS 476’yı kabul etme ve bunun Batı uygarlığı üzerindeki sonuçları noktasında hemfikir olsalar da, genellikle yıkılışın nedenleri konusunda ortak bir fikir birliğine varamamışlardır. Nitekim 18.yüzyılın sonlarında yazan İngiliz tarihçi Edward Gibbon, Hristiyanlığın yükselişine ve bunun Roma İmpartorluğu’nun haletiruhiyesi üzerinde yaptığı etkiye işaret ederken, diğerleri ise gerilemenin ve düşüşün kısmen kuzeyden ve batıdan gelen “barbar” akınlarına bağlı olduğuna inanıyorlardı.
İster din, ister dış saldırılar, ister kentin kendi içerisinde yaşadığı manevi çürüme gibi herhangi bir sebep çöküşün nedeni olsun, bu konu hakkındaki tartışma günümüzde de devam etmektedir; bununla birlikte, çöküşün kökenlerine ilişkin söz konusu tartışmanın devam edebilmesi için evvela önemli bir noktanın kabul edilmesi gerekiyor: gerileme ve çöküşün sadece batıda yaşandığı. Nitekim – daha sonraları en nihayetinde Bizans İmparatorluğu olarak adlandırılacak olan – imparatorluğun doğu yarısı, pek çok yönden benzersiz bir Romalı kimliğini muhafaza ederek birkaç yüzyıl boyunca daha varlığını devam ettirecekti.
Dış Sebepler
Çöküşün en yaygın olarak kabul edilen nedenlerinden birisi – yani barbar kabilelerin akını –, kadim bir şehir olan kudretli Roma’nın, politik, sosyal ve ekonomik temeller açısından çok az veya hiçbir şeye sahip olmayan bir kültüre karşı bu kadar kolayca mağlup olamayacağını düşünenler tarafından göz ardı edilmektedir. Onlar Roma’nın çöküşünün, barbarların imparatorlukta hali hazırda var olan – şehrin çürümesi (hem fiziksel hem de mental olarak), vergi gelirlerinin azalması, aşırı nüfus, kötü yönetim ve ön önemlisi de yetersiz savunma imkanları gibi - problemlerden istifade etmesi nedeniyle meydana geldiğine inanıyorlar. Nitekim bazıları için çöküş kaçınılmazdı.
Asur ve Pers gibi daha önceki imparatorlukların çöküşünün aksine, Roma ne doğrudan bir savaş ne de bir devrim ile yıkıldı. Nitekim imparatorluğun son gününde, barbar Germen kabilesi Siri’nin mensubu ve aynı zamanda Roma ordusunun eski komutanı şehre girerken herhangi bir direnişle karşılaşmadı. Zira bir zamanlar Akdeniz’in yegâne askeri ve mali gücü olan Roma, artık düşmanına karşı koymaktan acizdi. Neticede Germen Odoacer, kendisi için bir tehlike teşkil etmediğini düşündüğü 16 yaşındaki imparator Romulus Augustulus’u kolayca tahttan indirdi. Romulus, yakın zamanda batı imparatoru Iulius Nepos’u deviren babası Romalı komutan Orestes tarafından imparator ilan edilmişti. Odoacer şehre girmesiyle birlikte, bir zamanların büyük batısından geriye kalan tek bir parçanın hakimi olmuştu: İtalya Yarımada’sı. Nitekim o şehre girdiğinde, Britanya, İspanya, Galya ve Kuzey Afrika üzerindeki Roma kontrolü, çoktan Gotlar ve Vandallara kaybedilmişti bile. Odoacer ilk iş olarak hemen doğu imparatoru Zeno ile temasa geçti ve imparator unvanını almayacağını bildirdi. Nitekim Zeno da bu kararı kabul etmekten başka bir şey yapamazdı. Ayrıca Odoacer, bir sorun teşkil etmemesi için, yerinden ettiği imparatorun imparatorluk cüppesini, tacını ve mor pelerinini Konstantinopolis’e iade etti.
İç Sebepler
Gibbon gibi düşünen bazıları imparatorluğun çöküşünün Roma vatandaşlarının yozlaşmasından kaynaklandığına inandılar. Eğer gerçekten de çöküşün şehrin ahlaki olarak yozlaşmasından kaynaklandığı fikri kabul edilirse, bu sürecin tıpkı yüzyıllar önceki Roma Cumhuriyeti’nin “düşüşünü” andırdığını görebiliriz. MÖ 2.yüzyıldan bir yazar olan tarihçi Polybius daha önce, – ahlaki erdemin azalmasının ve toplum içerisinde kötülüğün yükselmesinin kurbanı olarak – ölmekte olan bir cumhuriyete işaret etmişti. Edward Gibbon da, Hristiyanlığın yükselişinin imparatorluğun “talihsiz kaderi” için önemli bir faktör olduğunu iddia ederken bu anlayış çerçevesinde hareket ediyordu. Ona göre din, iç bölünmenin tohumlarını ekti ve “diğer yanağını çevir zihniyetini” hakim hale getirerek bir savaş makinasını yok etti ve böylece imparatorluğu istilacı barbarların eline bıraktı. Gibbon’un bu iddiasına katılmayanlar, doğuda da aynı dinsel bağnazlıkların (ve dolayısıyla ayrılıkların) varlığına ve imparatorluğu çökerten barbarların çoğunun da Hristiyan dinine mensup olduğu gibi gerçeklere işaret ediyorlar.
Gibbon’a göre Hristiyan dini, avare ve verimsiz insanlara değer verirdi. Nitekim Gibbon, Roma İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküşü Tarihi adlı eserinde şunları yazdı:
Hristiyan dininin ilerlemesi ve kurumlaşması üzerine yansız ve iyi düşünülerek yapılacak bir inceleme, Roma imparatorluğu tarihini anlamada çok önemli bir parça olarak kabul edilebilir. Bu koca gövde, her yandan saldırıya uğrarken ve gerileyişin gizli nedenleri el altından devlet yapısını sarsarken alçak gönüllü, saf bir din, hiç çaba harcamadan, insanların ruhunda kökler salıyor, engellenmek istenince daha da güçleniyor ve sonunda da Capitolium’un yıkıntıları üzerinde haçın zafer bayrağını dalgalandırıyordu.
Ayrıca Roma hükümetinin, “tebaası için iğrenç ve baskıcı” olarak gözüktüğü ve bu nedenle de barbarlar için ciddi bir tehdit oluşturmadığını ifade etmiştir.
Ancak Gibbon, çöküşün tek suçlusu olarak Hristiyanlığı işaret etmiyor. Ona göre bu imparatorluğu dize getiren bir dizi faktörden sadece biriydi. Nitekim en nihayetinde çöküş kaçınılmazdı:
…Roma’nın çöküşü, ölçüsüz büyüklüğünün doğal ve kaçınılmaz bir sonucuydu. Refah, genel çürümeyi daha da güçlendirdi; fetihlerin boyutları yıkım nedenlerini çoğalttı ve zamanla ya da istemeden suni desteklerin geri çekilmesiyle, bu muazzam kütle kendi ağırlığı altında ezildi.
Bölünmüş İmparatorluk
Gibbon çöküşün temel nedeni olarak Hristiyanlığın yükselişine işaret ediyorduysa da, asıl çöküş veya gerileme işaretleri onlarca yıl öncesinde görülebiliyordu. Zira MS 3.yüzyıla geldiğimizde Roma şehri artık – Britanya Adaları’ndan Dicle ve Fırat Nehirlerine ve Afrika’ya kadar uzanan – bir imparatorluğun merkezi değildi. Ayrıca imparatorluğun bu devasa boyutu ciddi bir sorun teşkil etti ve nihayetinde İmparator Diocletianus ile birlikte bu soruna bir çözüm getirildi. İmparatorluk, bir başkent Roma’da, diğeri ise imparatorluğun doğusundaki Nikomedia’da olmak üzere ikiye bölündü; bu doğu başkenti daha sonra İmparator Constantinos tarafından, eskiden Byzantium olarak bilinen Constantinopolis’e taşınacaktır. Bunun bir sonucu olarak da, uzun süredir imparatorlara danışmanlık yapan Roma Senatosu bundan sonra görmezden gelinecektir; bunun yerine güç artık orduya dayanmaya başlayacaktır. Hatta bazı imparatorlar hiçbir zaman Roma şehrine dahi gelmeyeceklerdir. Nova Roma veya Yeni Roma olarak da bilinen Constantinopolis, tıpkı bir zamanların Roma’sı gibi ekonomik ve kültürel bir merkez haline gelecektir.
Bölünmenin sağladığı güç yenilenmesine rağmen imparatorluk (imparatorluk birkaç kez daha bölünecek ve tekrar birleşecekti), özellikle kuzeydeki Tuna ve Ren sınırlarındaki saldırılara karşı savunmasız kaldı. İmparatorluğun kuzey sınırlarındaki barbar varlığı yeni bir şey değildi ve – ordular, Iulius Caesar’ın zamanından beri onlarla karşılaştığı için – yıllardır devam ediyordu. Bazı imparatorlar bu barbarların sadakatlerini satın almaya çalışırken, diğerleri onları Roma topraklarına yerleştirmeye ve hatta orduda hizmet etmeye teşvik etti. Bununla birlikte, söz konusu yeni barbar yerleşimciler, vatandaşlık hakkı kazandıktan sonra dahi eski kültürlerini büyük oranda muhafaza ederek hiçbir zaman tam anlamıyla birer Romalı haline gelmediler.
Barbarla karşı yaşanan bu zafiyet, Germen kabilelerinin büyük bir kütlesini oluşturan Gotların, imparatorluğun kuzey sınırı boyunca yığılmaya başlamasıyla daha da gözle görülür hale geldi. Ancak bu barbar kabileler imparatorluğu işgal etmeye gelmemişlerdi; nitekim imparatorluğun fatihi değil, birer parçası olmak istiyorlardı. İmparatorluğun sahip olduğu büyük zenginlik, bu çeşitli nüfus kitlesi için oldukça cezbediciydi. Neticede daha iyi bir yaşam arayışı içerisinde olan bu insanlar, büyük sayılarına rağmen ilk başta acil bir tehdit olarak görünmüyorlardı. Ancak Roma’nın onların isteklerini yerine getirememesiyle gerginlik arttı. Gotların öncelikli kaygıları, daha doğuda yeni bir tehdit olarak beliren Hunlardan kaynaklanıyordu.
Got İstilası
MS 4.yüzyıldaki doğu imparatoru Valens’in (MS 364-378) iktidarı sırasında Thervingi Gotları, – yine doğrudan bir tehdit yaratmaktan ziyade, yerleşecek toprak için bir anlaşma zemini arama umuduyla – Tuna-Ren sınırı boyunca yoğunlaşmışlardı. Gotların bu isteği, “vahşi” Hunlar onların anavatanlarını tehdit altına soktuğu için bir aciliyet teşkil ediyordu. İmparator Valens bu durumda panikledi ve yanıt vermekte gecikti – ki bu durum, kış mevsiminin yaklaşması dolayısıyla Gotlar arasında bir endişeye neden oldu. Neticede Gotlar öfkeli bir şekilde ya izinli ya da izinsiz bir şekilde nehri geçtiler ve ardından bir Roma komutanın onları pusuya düşürmeyi planlamasıyla da taraflar arasında savaş patlak verdi. Bu, beş yıl boyunca devam edecek bir savaştı.
Gotların çoğunluğu Hristiyan olmasına rağmen, onlara katılanların büyük bir kısmı öyle değildi. Onların varlığı imparator için ciddi bir krize neden oldu; zira imparator, bu insanlara yeterli yiyecek ve konut sağlayamadı. Tüm bu olumsuzluklar ve birkaç Romalı komutanın yolsuzluk ve zorbalığı birleşince mesele çok daha karmaşık bir hale geldi. Nitekim imparator Valens batıdan yardım istemek durumunda kaldı. Neticede ne yazık ki Romalılar savaş için tamamen zayıflardı ve kötü hazırlanmışlardı ki Roma ordusunun üçte ikisinin öldürüldüğü Hadrianapolis Muharebesi de bunu kanıtlar niteliktedir. Hatta buradaki ölüler arasında imparatorun kendisi de bulunuyordu. Artık taraflar arasında barışı sağlamak imparator Theodosius’a kalacaktı.
İçerideki Düşman: Alaric
Gotlar Roma topraklarında kalmaya devam ettiler ve hatta en nihayetinde Roma ordusuyla ittifak dahi yapacaklardı. Ancak daha sonra, evvela Roma ordusunda komutanlık yapmış – ve sadece kendilerine vaat edilen şeyi isteyen – bir Got, sekiz yüzyıl boyunca kimsenin yapamadığı bir şeyi yaptı: Roma’yı yağmaladı. Bu adamın ismi Alaric’ti ve bir Got olarak Roma ordusunda eğitim almıştı. Kendisi oldukça zeki, Hristiyan ve azimli bir kişilikti. Halkı için, daha önce onlara vaat edilen topraklar olan Balkanlar’a göz dikecekti. Zira istekleri imparator tarafından ertelendikçe Alaric, artık halkı için yalnızca tahıl değil, aynı zamanda imparatorluğun vatandaşları olarak tanınma isteyerek taleplerini büyüttü; ancak imparator Honorius bu istekleri sürekli olarak reddetti. Alaric bunun üzerine başka bir çözüm yolu tercih etmeyerek, Gotlar, Hunlar ve azat edilmiş kölelerden oluşan bir ordu toplayarak Alpleri aştı ve İtalya’ya girdi. Bu ordu düzensiz bir kalabalıktan ibaret değil, oldukça iyi organize edilmişti. Uzun süredir gördüğümüz – ordunun gölgesinde hüküm süren – “gölge imparatorlar” dizisinin bir başka üyesi olan Honorius, bu meselelere tamamen uzak ve oldukça beceriksizdi. İşin garibi kendisi Roma’da dahi yaşamayıp, yakınlardaki Ravenna’da bulunan villasında ikamet ediyordu.
Alaric şehrin dışında konumlandı ve zamanla şehirdeki yiyecek ve su kaynakları giderek kıtlaştıkça Roma zayıflamaya başladı. Artık zamanı gelmişti. Daha önce savaştan ziyade, kendi halkı için yalnızca toprak ve tanınma isteyen Alaric, şimdi ona şehrin kapılarını açan bir Got kölenin sözde yardımıyla MS 410 yılının Ağustos’unda resmen Roma’ya girdi. Neticede burada üç gün boyunca kalarak şehri tamamen yağmaladı; her ne kadar Aziz Pavlus ve Petrus’un yapılarına dokunmasa da… Tüm bunlara rağmen Honorius, durumun ciddiyetine karşı tamamen bir kayıtsızlık içerisindeydi. Alaric’in taleplerini geçici olarak kabul ederken – ki bu asla ona vermek istemeyeceği bir onurdu – şehri savunmaları için 6.000 Romalı asker göndermiş, ancak bu birlikler çok kısa sürede bozguna uğramışlardır. Neticede şehrin hazinesi neredeyse tamamen boş olmasına rağmen, senato en nihayetinde pes etti; Alaric, diğer kimi ganimetlerin yanı sıra iki ton altın ve on üç ton gümüş ile birlikte şehirden ayrıldı.
O zamanlar bazı insanlar şehrin yağmalanmasını pagan tanrılarından gelen bir işaret olarak görüyorlardı. MS 430’da ölen St. Augustinus, Tanrı’nın Şehri adlı eserinde Roma şehrinin, insanların putperest tanrıları (şehri koruduklarına inandıkları tanrılar) terk etmesinin bir sonucu olmaktan ziyade, Hristiyanların neden acı çekmeleri gerektiğini hatırlamaları için düştüğünü söyler. Ona göre iyilik olgusu vardı, çünkü dünyanın kendisi bizzat iyilik tarafından yaratılmıştı, ancak insanlar günahları nedeniyle kusurluydular; fakat o yine de imparatorluğun barış ve birlik için gerekli bir güç olduğuna inanıyordu. Neticede St. Augustinus için iki şehir vardı: bunlardan birisi bu dünyadaki iken, diğeri ise Tanrı’nın şehri idi.
Barbar İstilaları
Alaric kısa süre sonra ölecek olsa da, – Hristiyan olsun veya olmasın – diğer barbar kavimler şehrin yağmalanmasından sonra da faaliyetlerini durdurmadılar. Kadim imparatorluk, diğer birkaç tanesinin yanı sıra Burgonyalılar, Angluslar, Saksonlar ve Macarlar tarafından tahrip edildi. MS 475’e geldiğimizde İspanya, Britanya ve Galya’nın bazı bölgeleri çeşitli Germen kavimleri tarafından ele geçirilmiş ve batıda “imparatorluk” toprakları olarak yalnızca İtalya kalmıştı. Vandallar kısa süre sonra İspanya’dan Kuzey Afrika’ya geçecek ve en nihayetinde de Kartaca şehrini ele geçireceklerdir. Nihayetinde Roma orduları da bölgeyi kurtarmak için bütün umutlarından vazgeçip, buralardan çekilecektir. Kuzey Afrika’nın kaybedilmesi aynı zamanda bir gelir kaybı anlamına da geliyordu ve bu gelir kaybı da, artık Roma şehrini savunacak ordu için daha az kaynak kaldığı anlamına geliyordu. Ancak Romalılar tüm bu önemli kayıpların arasında kimi başarılar da elde ettiler. Nitekim Attila’nın Hunlarından gelen tehdit, en nihayetinde Gotlar, Frankler, Keltler ve Burgondlar’dan bir ordu oluşturan Romalı komutan Aelius tarafından Katalon Muharebesi’nde (ya da Chalon Muharebesi) durdurulmuştur. Gibbon da Attila’yı “Roma İmparatorluğu’nun hızlı çöküşünü teşvik eden” bir etken olarak kabul etmiştir. Nihayetinde Attila gücünü toplayıp birkaç İtalyan şehrini yağmalarken, o ve beraberindeki Hun tehdidi, düğün gecesinde yaşadığı şiddetli burun kanaması sonrası ölmesiyle son bulmuştur.
Sonuç: Çoklu Faktörler
Roma’nın çöküşü için çok sayıda sağlam neden öne sürülebilir. Nitekim pek çok kişi bunun için tek bir neden arasa da aslında imparatorluğun çöküşü tek bir nedene bağlı değildi. Nedenlerin çoğu öncelikli olarak tek bir noktaya işaret ediyordu: Bizzat Roma şehrinin kendisine. İmparatorluğun batı yakasından gelen gelirlerin kaybedilmesi, – zaten oldukça kırılgan olan sınırları savunmak için gerekli olan– bir ordunun yaratılamamasına sebep oldu. Ayrıca sürekli olarak devam eden bir savaş hali, ticaretin kesintiye uğraması anlamına geliyordu; ayrıca işgal orduları ekinlerin harap olmasına, yetersiz teknolojinin de etkisiyle gıda üretiminin düşük seviyelerde kalmasına, şehrin aşırı kalabalık hale gelmesine, işsizliğin artmasına ve son olarak da her zaman salgın hastalıklara sebep olmuştu. Tüm bu faktörlere bir de beceriksiz ve güvenilmez bir yönetim eklendi.
Barbarların imparatorluğun içerisinde ve çevresinde bulunmaları, yalnızca dışta değil, aynı zamanda içeride de bir krize yol açtı. Tüm bu faktörler imparatorluğun, “sağlıklı bir durumdan yok olma” noktasına gelmesine yardımcı oldu. Roma ordusu hem uygun bir talimden hem de gerekli teçhizatlardan yoksundu. Yönetimin kendisi de oldukça istikrarsızdı. Peter Heather, Roma İmparatorluğu’nun Çöküşü adlı kitabında imparatorluğun çöküşünün, “muazzam bünyesinden dolayı değil de, Germen komşularının bu güce Romalıların asla öngöremeyeceği bir şekilde tepki vermesinden kaynaklandığını” ileri sürüyor ve “sınırsız saldırganlığı yüzünden Roma emperyalizminin kendi yıkımından bizzat sorumlu olduğunu” belirtiyor.
Roma’nın çöküşü antik dünyanın sona ermesi ve Orta Çağ’ın doğmasına neden oldu. Bu “Karanlık Çağlar”, Roma’ya ait olan birçok şeyin de sonunu getirdi. Batı, doğrudan bir karmaşanın içerisine düştü. Bununla birlikte, çok şey kaybedilmesine rağmen, Batı medeniyeti hala daha pek çok şeyi Romalılara borçludur. Bugün sadece çok küçük bir kısım doğrudan Latince konuşuyor olsa da Latince, dilimizin bir parçasıdır ve dil ailesini oluşturduğu Fransızca, İtalyanca ve İspanyolca’nın temelini teşkil etmektedir. Hukuk sistemimiz doğrudan Roma hukukuna dayanmaktadır. Günümüzün pek çok Avrupa şehri bizzat Romalılar tarafından kurulmuştur. Yunanistan hakkındaki bilgimiz ve diğer bazı etkiler Romalılar yoluyla bize kadar gelmiştir. Neticede Roma artık çökmüştü, ancak çok uzun bir zaman boyunca gerçek bir dünya şehri olarak varlığını sürdürmüştü.