Aşur (ayrıca Ashur, Anshar), Asur kentinin bulunduğu bölgenin yerel tanrısından Aşur panteonunun en yüce tanrısına dönüşen Asurluların tanrısıdır. Kendisine yüklenen vasıflar daha önceki Sümer ve Babil tanrılarından alınmıştır ve bu yüzden aynı anda savaş, bilgelik, adalet, tarım ve krallık gibi pek çok farklı alanda tanrılık yapmıştır.
Asur İmparatorluğu, daha sonraki Roma İmparatorluğu gibi, diğer kültürlerden alınan öğeleri benimseme konusunda büyük bir yeteneğe sahiptir. Bu durum, karakteri ve vasıfları Sümer ve Babil tanrılarından esinlenen Asur figüründe net bir şekilde görülmektedir. Aşur'un soyu ve geçmişi Sümer Anu ve Enlil'i ile Babil dönemi tanrısı olan Marduk'a dayanarak şekillendirilmiştir; Aşur'un gücü ve vasıfları Anu'nun, Enlil'in ve Marduk'unkini yansıttığı gibi soyunun detaylarını da yansıtmaktadır: Aşur'un karısı Ninlil (Enlil'in karısı) ve oğlu Nabu'dur (Marduk'un oğlu). Aşur'un Sümer ve Babil tanrıları gibi kendine özgü gerçek bir tarihi yoktur, ancak ibadet edildiği dönemde hemen hemen tek tanrı inancına sahip olan yüce bir tanrı ortaya çıkarmak amacıyla bu diğer figürlerden esinlenmiştir. Akademisyen Jeremy Black şöyle açıklıyor:
Diğer tanrıların vasıflarını ve mitolojilerini kendisine taşıma konusundaki bu eğilimlere rağmen (ya da büyük olasılıkla bu nedenle) Aşur, kendine özgü net bir karaktere ya da geleneğe (ya da ikonografiye) sahip olmayan belirsiz bir tanrı olarak varlığını sürdürmektedir. (38)
Asur'un krallığı üzerinde gücü bulunuyordu ama bu bakımdan Babil'deki Marduk'tan hiçbir farkı yoktu. Asur kralı onun baş rahibiydi ve Asur kentindeki ve dünyanın diğer bölgelerindeki tapınaklarıyla sorumlu olan kişiler de onun ikinci dereceden rahipleriydi. Asur kralları çoğu zaman kendi adlarını ona ithafen seçerlerdi: Asurbanipal, I. Aşurnasirpal, II. Aşurnasirpal, vb.
Aşur'a yapılan ibadet, diğer tüm Mezopotamya tanrılarında olduğu gibi, tapınaktaki tanrı heykeline hizmet eden ve tapınağı çevreleyen yapı kompleksinin görevleriyle meşgul olan rahiplerden oluşmaktaydı. İnsanlar tanrıya saygı göstermek ya da kendilerinden yardım istemek amacıyla özel ritüeller yerine getirmiş olsalar da, günümüzdeki gibi bir tapınak ayini söz konusu değildi.
Aşur'un ikonografisinde çoğunlukla Sümer tanrısı An/Anu'dan, bir taçtan ya da taht üzerindeki bir taçtan esinlenilmiştir, ancak genellikle boynuzdan bir miğfer giyen, bir yay ve ok kılıfı taşıyan bir savaşçı-tanrı şeklinde tasvir edilir . Kısa tüyden bir etek giyer ve bazen kanatlı bir diskin içinde tasvir edilir (Aşur'un güneş diskiyle olan ilişkisine aralarında Jeremy Black'in de bulunduğu bazı modern akademisyenler şüpheyle yaklaşmaktadır). Aşur bazen de bir yılan ejderhanın üzerinde dururken tasvir edilir ki bu diğer tanrıların yanı sıra Babil Marduk'undan da alınan bir simge olur.
Tarihin İlk Kökenleri
Aşur'a dair ilk bulgular Mezopotamya tarihinde III. Ur Dönemi'nde (M. Ö. 2047-1750) ortaya çıkmıştır. M.Ö. 1900'lerde kurulan Asur kentinin koruyucu tanrısı olduğu belirtilir ve aynı zamanda Asurlulara da adını veren tanrıdır. Kenti karakterize eden yerel ve büyük olasılıkla tarıma dayalı bir tanrı olan Asur, giderek artan bir oranda yüce vasıflar kazanmıştır. Akademisyen E. A. Wallis Budge, tanrıların ruhlardan başlayıp yerel tanrılara ve ardından yüce tanrılara dönüşen genel ilerleyişini şöyle anlatır:
Bu gibi ruhlardan en eskisi "ev ruhu" ya da ev tanrısıydı. İnsanlar kendilerini köy topluluklarına dönüştürünce "köyün ruhu" düşüncesi gelişti ve sonrasında "kasabanın ya da kentin tanrısı" ve "ülkenin tanrısı" ortaya çıktı. Her bir elementin, toprak, hava, ateş ve suyun ruhu ya da "tanrısı", depremin, şimşeğin, gök gürültüsünün, yağmurun, fırtınanın, çöl kasırgasının, hepsinin benzer biçimde ruhu ya da "tanrısı" ve elbette her bir bitkinin, ağacın ve hayvan türünün de ruhu ya da "tanrısı" bulunmaktaydı. İnsanlar zaman içinde bazı ruhların diğerlerinden üstün olduğuna inanmaya başladılar ve bu ruhları kendilerine özgü bir saygıyla ya da ibadet amacıyla belirlediler. (81-82)
Aşur'un başına gelenler de böyleydir; zira başlangıçta yalnızca kenti çevreleyen bölgenin tanrısı olan Asur, zamanla tüm Asur ulusunu karakterize edip temsil eder hale gelmiştir. Kentin tarihi de bu üne ulaşma sürecini yansıtmaktadır; zira Asur, Akad Sargon (Büyük, hükümdarlık dönemi M.Ö. 2334-2279) tarafından kurulan önceki bir topluluğun bulunduğu bölgede yapılan küçük bir ticaret merkezi şeklinde başlamış, ancak Anadolu ve Mezopotamya'nın diğer bölgeleriyle yapılan ticari ilişkiler sayesinde gelişerek dönemin Asur kralı I. Şamşi-Adad (M.Ö. 1813-1791) zamanında Asur'un başkenti haline gelmiştir.
I.Şamşi Adad, Aşur adına Amorileri bölgeden sürmüş ve sınırlarını güvence altına almış, ancak bölgeyi kontrol altında tutan Babil Kralı Hammurabi (hükümdarlık dönemi M.Ö. 1792-1750) karşısında mağlup olmuştur. Bu dönemde Aşur'a yapılan ibadetler kent ve çevresindeki Asur topraklarıyla sınırlıyken, Babilli Marduk'a en yüce tanrı sıfatıyla ibadet edilir ve Babil eseri Enûma Eliš yaratılış, tanrıların ve insanlığın doğuşu konusunda en yetkin eser kabul edilmiştir.
İktidara Yükseliş
Hem Mitanni hem de Hititler, Hammurabi'nin ölümünden sonraki kargaşada bölgeyi farklı güçler kontrol altında tutmuş ve bu farklı güçlerin tanrılarını yüce kabul etmişlerdir. Mitanni ve Hititler, toprakları bir imparatorluğun çatısı altında birleştiren Asur kralı I. Adad-nirari (hükümdarlık dönemi M.Ö. 1307-1275) tarafından mağlup edilinceye kadar Ashur ve Asur bölgelerini vasal bir devlet şeklinde ellerinde tutmuşlardır. Aşur, kral tarafından kendisine zaferi bahşeden tanrı olmakla anımakta, ancak tanrıyı yücelten yazılı bir tarih mevcut değildir. Akademisyen Jeremy Black bu konuda şöyle bir yorum getirir:
Nihayetinde, Asur'un zamanla gelişmesiyle ve güney Mezopotamya'yla artan kültürel ilişkilerle beraber, Aşur'u Sümer ve Babil panteonlarının belli başlı tanrılarına benzetme yönünde bir eğilim ortaya çıkmıştır. M.Ö. 1300'lerden itibaren onu Sümer tanrılarından Enlil ile aynı kefeye koyma yönünde bazı girişimlerin varlığını tespit edebiliyoruz. Bu büyük olasılıkla onu tanrıların başı yapma yönündeki bir çabanın göstergesidir... Ardından, Asur Kralı II. Sargon (M.Ö. 722-705) döneminde Aşur, Babil Yaratılış Destanı'ndaki Anu'nun (An) babası Anshar ile ilişkilendirilme eğilimi göstermiştir. Böylece bu süreç Aşur'u evrenin yaratılışından itibaren mevcut olan, köklü bir tanrı şeklinde temsil etmiştir. (37-38)
I. Adad-nirari döneminden II. Sargon'un Yeni Asur İmparatorluğuna kadar Asur'un yükselişi devam etmiştir. Enûma Eliš adlı destanda Aşur (Anshar adıyla) kahraman sıfatıyla Marduk'un yerini almıştır. I. Tiglath-Pileser (hükümdarlık dönemi M.Ö. 1115-1076) orduyu güçlendiren ve zafere götüren imparatorluk tanrısı sıfatıyla Aşur'a sürekli yakarır ve hatta imparatorluğun kanunlarını Aşur'a devreder. II. Adad-nirari (hükümdarlık dönemi M.Ö. 912-891) Aşur'un özel koruyucusu olduğu imparatorluğu her yönden genişletmiştir.
Asur ordusunun gittiği her yerde Aşur da onlarla beraber gitmiş ve böylece ona yapılan ibadet tüm Mezopotamya'ya yayılarak sürmüştür. Wallis Budge şöyle bahseder:
Babil gelişip büyük bir kente dönüştüğünde Marduk'un iktidarı nasıl egemen olduysa, Asurlular da güçlenip savaşçı bir ulus haline geldiklerinde Asur'un iktidarı da o denli büyümüştür. (88)
Asur ordularında çarpışan askerler ve fethettikleri halklar açısından Aşur kesinlikle ibadete ve içten bağlılığa layık olan güçlü bir tanrıdır ve zamanla bölgede yaşayan önceki tanrıları gölgeleyecek kadar güçlenmiştir.
Yüce Tanrı Aşur
II. Aşurnasirpal (hükümdarlık dönemi M.Ö. 884-859) iktidara geçtiğinde imparatorluğun başkentini Asur'dan Kalhu/Nimrud kentine taşımıştır, ancak bu durum Aşur'un azalan gücünün bir göstergesi değildir; II. Aşurnasirpal Aşur'un adını kendisine atfetmiştir (adı 'Aşur Varisin Koruyucusu' manasına gelmektedir). Başkentin taşınmasının nedeni belirsiz olmakla birlikte, büyük olasılıkla bunun tek nedeni Aşur'un çok büyüyüp halkın son derece gururlu olması ve II. Aşurnasirpal'in çevresini yumuşak huylu ve kolayca yönetilebilir insanlarla sarmak istemesiydi.
III. Tiglath-Pileser (hükümdarlık dönemi M.Ö. 745-727) hükümdarlığına damgasını vuran şaşırtıcı zaferler kazanarak Aşur'un adını çok daha yükseklere taşıdı. III. Tiglath-Pileser, dünya tarihinde demirden silahlarla donanmış ve yenilmesi mümkün olmayan tarihteki ilk profesyonel orduyu kurmuştu. Yeni ordu yapısının yarattığı yeni teknolojinin yanı sıra, ordunun tüm kentleri çok az kayıp vererek ele geçirmesine olanak sağlayan mancınık gibi yeni teknolojiler de geliştirildi.
Asur orduları ülkenin dört bir yanına seferler düzenledikçe, Aşur onları giderek artan zaferlere taşıyarak itibar kazandı. Fakat önceden Aşur, Asur kentindeki tapınağa bağlıydı ve kendisine yalnızca orada ibadet ediliyordu. Asurlular giderek genişleyen topraklar kazandıkça, bu ibadeti başka yerlerde de gerçekleştirmek amacıyla tanrıyı düşünmenin yeni bir yöntemi gerekli hale gelmişti. Akademisyen Paul Kriwaczek, Aşur'a ibadeti sürdürmek amacıyla bir tanrının tabiatının - ve o tanrının nasıl algılanıp ibadet edilmesi gerektiğinin - nasıl değişmesi gerektiğini şöyle izah etmektedir:
Kişi Aşur'a yalnızca yaşadığı kentteki kendi tapınağında değil, her yerden gelerek dua edebilirdi. Asur imparatorluğu sınırlarını genişlettikçe, Aşur'a en uzak bölgelerde bile rastlanıyordu. Her yerde mevcut olan bir tanrı inancından tek bir tanrıya olan inanca ulaşmak çok uzun bir süreç değildir. Aşur tanrısı her yerde olduğundan, insanlar yerel tanrıların bir bakıma aynı Aşur'un farklı yansımaları olabileceğini düşünmeye başlamışlardı. (231)
Yüce bir tanrıya dair bu görüş birliği, imparatorluğun bölgelerini birbirine daha da kenetlemeye yaramıştır. Fethedilen halkların farklı tanrıları ve çeşitli dini ibadetleri, eskiden farklı insanlar arasında farklı adlarla bilinen ama artık net bir şekilde tanınıp evrensel tanrı olarak tapınılabilecek tek gerçek tanrı olduğu fark edilen Aşur'a yapılan ibadetin içine karışmıştır. Bu konuda Kriwaczek şöyle der:
Tanrının içkinliğinden ziyade aşkınlığına olan inancın çok önemli neticeleri vardı. Tabiat kutsallıktan arındırılmaya, seküler amaçlarla kullanılmaya başlandı. Tanrılar tabiatın dışında ve üstünde olduğuna göre, Mezopotamya inanışına kıyasla tanrıların suretinde ve tanrılara hizmetkâr olarak yaratılmış olan insanlığın da tabiatın dışında ve üstünde yer alması gerekir. İnsan ırkı, artık bu doğal dünyanın ayrılmaz bir parçası olmaktan ziyade, ondan üstün ve hakimi konumundaydı. Bu yeni anlayış daha sonra Yaratılış 1:26'da özetlenmiştir: ''Tanrı, insanı kendi suretimizde, kendimize benzer yaratalım'' dedi, ''Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun''. Bu ayette özellikle vurgulanan erkeklerin bu konuda bir sorunu yoktur. Ancak kadınlar açısından bakıldığında aşılması güç bir zorluk ortaya çıkmaktadır. Her ne kadar erkekler kendilerini ve birbirlerini doğanın dışında, üstünde ve üstün olduklarına dair inanabilirseler de, kadınların kendilerini bu kadar mesafeli tutmaları mümkün değildir; çünkü fizyolojileri gereği açık ve net bir surette doğal dünyanın bir parçası oldukları ortadadır... Günümüzde bile Tanrı'nın mutlak aşkınlığına ve O'nun hakikatini düşünmenin bile mümkün olmadığına en çok vurguyu yapan dinlerde kadınların varoluşun daha alt seviyelerine itilmeleri ve kamuya açık dini ibadetlere katılımlarına ancak gönülsüzce ve istemeyerek müsamaha gösteriliyor olması tesadüf değildir. (229-230)
Mezopotamya'da kadınlar Hammurabi ve tanrısı Marduk'un hüküm sürmesine kadar önemli medeni haklara sahip olmuşlardı. Hammurabi'nin hükümdarlığında, erkek tanrılar giderek değer kazanırken kadın tanrılar ise, giderek saygınlığını yitirmeye başlamıştı. Asur yönetiminde, yüce tanrı Aşur'la beraber, kadın hakları bundan sonra da gerilemişti.
Asur kültürü, imparatorluğun genişlemesiyle, yeni tanrı anlayışıyla ve fethedilen bölgelerdeki insanların asimile edilmesiyle giderek daha bütüncül bir yapıya büründü. III. Şalmanezer (hükümdarlık dönemi M.Ö. 859-824) imparatorluğu Akdeniz kıyılarına kadar genişletti ve Sur ile Sayda gibi zengin Fenike kentlerinden sürekli haraç toplamıştı.
Aşur artık yalnızca Asurluların değil, hakimiyetleri altına aldıkları tüm halkların en yüce tanrısıydı. Bu durum Asurlular açısından kuşkusuz pek de ideal bir durum değildi, ancak bu görüş fethettikleri her ulus açısından aynı değildi ve fırsatını bulduklarında hayal kırıklıklarını çarpıcı bir düzeyde yansıtıyorlardı.
Asur'un Yıkılışı
Yeni Asur İmparatorluğu (M.Ö. 912-612), Yakın Doğu'daki siyasi Asur hakimiyetinin son temsilcisidir ve antik döneme ilgi duyan öğrencilerin en aşina olduğu dönemdir. Bu dönemin kralları Kutsal Kitap'ta en sık bahsedilen ve günümüz insanları tarafından en iyi bilinen krallardır. Bu dönem aynı zamanda Asur İmparatorluğu'na merhametsizlik ve zalimlik konusunda kazandığı ünü en belirleyici şekilde yaşatan dönemdir. Kriwaczek bu konuda şöyle yorum yapmaktadır:
Asur, tarihteki herhangi bir devlet arasında en kötü basısılı eserlerine sahip olmalıdır. Babilliler yolsuzluk, yozlaşma ve günah konusunda bir nam salmış olabilirler, ancak Asurlular ve meşhur hükümdarları, Şalmaneser, Tiglath-Pileser, Sanherib, Esarhaddon ve Asurbanipal gibi tüyler ürpertici adlarıyla, halkın gözünde acımasızlık, şiddet ve düpedüz öldürücü vahşet konusunda Adolf Hitler ve Cengiz Han'ın hemen gerisinde yer alır. (208)
Her ne kadar Asurluların acımasız oldukları ve hafife alınmamaları gereken bir halk oldukları su götürmez bir gerçek olmasına rağmen, aslında diğer eski uygarlıklardan çok daha vahşi ya da barbar değildiler. Bir imparatorluk kurup yaşatmak amacıyla kentleri yerle bir ettiler ve insanları katlettiler, ancak bu konuda kendilerinden önceki ve sonraki uygarlıklardan hiçbir farkları yoktu, yalnızca bu konuda çoğundan rahatlıkla üstün olabilecek kadar etkiliydiler.
Fakat Asurlular fethettikleri halklar tarafından nefret ettikleri derebeyi konumunda görülüyorlardı. İmparatorluğun son büyük kralı Asurbanipal'di (hükümdarlık dönemi M.Ö. 668-627) ve kendisinden sonra imparatorluk parçalanmaya başladı. Bunun birçok nedeni vardı ama esas olarak imparatorluk yönetilemeyecek kadar genişlemişti. Merkezi yönetimin gücü giderek etkisini yitirirken, giderek artan sayıda bölge imparatorluktan kopmuştu.
M.Ö. 612'de Babilliler, Medler, Persler ve diğerlerinden oluşan bir ittifak Asur kentlerine karşı ayaklanarak hepsini yerle bir etmişti. Bu saldırıya Asur kenti ve tanrının tapınağı ile Aşur'un diğer bölgelerdeki heykelleri de dahil oldu. Aşur, Asurluları, askeri zaferlerini ve siyasi güçlerini karakterize eder hale gelmişti ve bu nedenle bu sembolün ortadan kaldırılması Aşur'un düşmanları açısından özel bir önem taşıyordu.
Aşur'a yapılan ibadetler imparatorluğun yıkılışının ardından Asur topluluklarında varlığını sürdürdü, ancak artık bu ibadet yaygın değildi ve ayaklanan kentlerde ve bölgelerde ayakta kalan hiçbir tapınak, mabet ya da heykel kalmamıştı. Hristiyanlığın ilk dönemlerinde, Aşur'un her şeye gücü yeten bir tanrı olarak anlayışı, bölgeye giden ilk Hristiyan misyonerlerin işine yaramış, Asurluları tek tanrı hakkındaki görüşlerine ve bu tanrının oğlunun insanlığın yararına dünyaya geldiği konseptine olumlu bakar bulmuşlardı.
Asur'un oğlu Nabu hiçbir zaman bedene bürünmemiş ya da başkaları adına kendini feda etmemiş olsa da, insanoğluna yazı yazma becerisini bahşettiği düşünülüyordu. Nabu, imparatorluğun yıkılışının ardından da saygıyla yadedilmeye devam etmiş ve günümüzde her ne kadar Asur'un itibarını kaybetmiş olsa da, özel ve ailevi bir ad olarak (çoğunlukla Aşur olarak) hala hatırlanmaya ve varlığını sürdürmeye devam etmektedir.