Suriye; Ortadoğu’da, Akdeniz kıyısında yer alan ve Kuzeyden Batıya doğru Türkiye, Irak, Ürdün, İsrail ve Lübnan ile sınır komşuluğu olan bir ülkedir. İlk insan yerleşimi 700.000 yıl önceye tarihlenen arkeolojik buluntularıyla dünyannın en eski yerleşim bölgelerinden biridir. Kadim bir şehir olan Halep yakınlarında bulunan Dederiyeh Mağarasında yapılan kazı çalışmalarından, kemik gibi bir dizi önemli insan kalıntıları keşfedilmiş, bölgede Neandertal yerleşiminin olduğu anlaşılmış ve bölgenin de bu dönemde sürekli olarak işgal olaylarına sahne olduğu tespit edilmiştir.
Modern insanın ilk kanıtı; 100.000 yıl önceye tarihlenen insan iskeletleri, seramik malzemeler ve daha işlenmemiş ham haldeki bazı alet buluntularıyla kanıtlandığı ortaya çıkmıştır. Bölge genelinde çeşitli toplulukların gelişimini etkileyen kitlesel göçlerin yaşandığı anlaşılmış, ancak döneme ilişkin yazılı kayıt bulunmadığından dolayı, göç olayları meydana gelmişlerse, neden meydana geldikleri henüz bilinmiyor. Bu göçlerin olduğu, çeşitli bölgelerde bulunan seramik ve aletlerin üretim sürecinde önemli değişikliklerin olduğunu gösteren, elde edilen arkeolojik buluntulardan anlaşılmışır. Ancak bu gelişmelere, büyük ölçekli göçlerden daha ziyade, bir bölgedeki kabileler arasındaki kültürel alışveriş konusuyla veya daha basit bir ifadeyle, üretim sürecindeki benzer gelişmelerden de kolaylıkla açıklama getirilebilir. Tarihçi Wolfran Von Soden bu konuda şöyle bir tespitte bulunuyor;
Bilim adamları, bulunan arkeolojik kalıntı verilerinden, özellikle de seramik gibi bazı malzemelerden okunabilen kültürel değişiklikleri, örneğin halkın göç olayları gibi özellikle önem arz eden gelişmeleri ortaya çıkarmaya çalışmışlardı. Ancak, başka hiçbir halkın sahneye çıkmamış olduğu görülmüş olsa bile, üretilen seramik tarzından sıkça yaşanmış önemli değişikliklerin olduğu anlaşılabilir. (13)
Bölgede önemli iklim değişikliklerinin olduğu düşünülmektedir. İklim değişikliği 1500 yıl önce bölgede yaşam süren insanların avcı-toplayıcı yaşam tarzını bırakıp tarımsal faaliyetlere yönelmesinde veya göç eden kabilelerin yerleştikleri farklı bölgelere tarımı tanıtmasında etkili olmuş olabilir. Tarihçi yazar Soden bu konuda şöyle yazar: “Hiçbir sosyal faaliyetin henüz yazıya geçirilmemiş olduğu döneme, “tarih öncesi” dönem denilir, bu nedenle büyük önem taşıyan olayların henüz gerçekleşmemiş olduğu var sayılabilir” (13). Kitlesel göç teorisinin önemi; bölgede tarımın nasıl olmuş da bu kadar yaygın hale gelmiş olmasına dair açıklama getirmesidir. Ancak bu teori, kanıtlanmış olmaktan henüz uzak bir yerdedir. Bununla birlikte, MÖ 10.000 yılından daha evelden, hayvanların evcilleştirilmesinden önceden bölgede bir tarım medeniyetinin zaten gelişmekte olduğu açıktır.
İsmi ve Erken Dönem Tarihi
Bölge, ilk yazılı tarihinde, Mezopotamyalılar tarafından Eber Nari (“Nehrin karşısı”) olarak biliniyor, günümüzdeki Suriye, Lübnan ve İsrail (topluca Levant olarak bilinir) topraklarını kapsıyordu. Eber Nari tanımlamasına Ezra ve Nehemya İncil Kitaplarında ve ayrıca Asur ve Pers Krallık yazıcıları raporlarında da atıfta bulunulmaktadır. Bazı akademisyenler Suriye’nin modern dönem adı tarihçi Herodot’un Mezopotamya coğrafayası tamamına “Asur” deme alışkanlığından kaynaklandığını ve Asur İmparatorluğunun MÖ 612 yılında yıkılmasından sonra Batı kısmının “Asur” olarak anılmaya devam edildiğini iddia etmektedirler. Selevkos İmparatorluğu ardından bölge “Suriye” olarak bilinmeye başlanmıştır. Bölgenin Asur olarak anılma teorisi, Suriye isminin İbranice’den geldiğini ve askerlerinin kullandıkları metal zırhtan dolayı (“Siryon” zırh anlamına gelir, özellikle zincir zırh) İbranilerin bu topraklarda yaşayan insanlara “Siryons” demesinin iddia edilmesi üzerine çürütülmüştür. “Suriye” tanımlamasının, Kuzey Eber Nari ile Güney Fenike (Sidon’un bir parçası olduğu modern Lübnan) bölgelerini ayıran Hermon Dağının Siddon dilindeki isminden, yani “Siryon’dan türediği yönünde başka bir teori daha vardır. “Suriye” adının Sümerce dilinde Hermon Dağı’nın adı olan “Saria” dan geldiği de öne sürülmektedir. Tarihçi Herodot, “Siryon” veya “Saria” tanımlamalarını bilmediğinden ve onun Tarih Kitabının daha sonraki Antikçağ yazarları üzerinde büyük bir etkiye sahip olmasından dolayı, modern Suriye’nin adı “Asur/Assyria’dan türemiş olması daha muhtemeldir. İbranice, Siddonca veya Sümerce kelimelerden değil, Akkadca dilinde “Aşur” kelimesinden gelir. “Aşur”, Asurluların baştanrısının adıdır.
Bölgedeki Tell Brak gibi yerleşim yerleri tarihi en az MÖ 6000 yılına kadar eskiye uzanır. Medeniyetin Güney Mezopotamya’da Sümer bölgesinden başladığı ve daha sonra Kuzeye doğru yayıldığı uzun zamandan beri zaten bilinmektedir. Ancak, Suriye antik şehri Tell Brak’ta (günümüzde Tell Brak köyü) yapılan kazı çalışmaları bu görüşün aksi yönünde gelişme göstermiş olduğu iddia edilmiş ve bilim insanları uygarlığın gerçekten Kuzey’den mi başladığı, yoksa Mezopotamya’nın her iki bölgesinde eş zamanlı gelişmelerin olup olmadığı konusunda bölünmüş durumdalar. Akademisyen Samuel Noah Kramer’in “Tarih Sümerde Başlar” tezi hala en yaygın kabul gören görüştür. Bunun nedeni, Tell Brak gibi Kuzeydeki toplulukların yükselişinden önce, Ubeyd Kavminin Güney Mezopotamya’daki varlığının kesin olmasıdır. Bu tartışma, Kuzeyde daha erken bir gelişme olduğuna dair daha kesin kanıtlar bulununcaya kadar devam edecek ve şu anda, tartışmanın her iki tarafı da kendi iddialarını kanıtlamak üzere kesin kanıt gibi görünen şeyleri sunmaktalar. Antik Tell Brak’ın keşfine kadar (ilk olarak 1937/1938 yılında Antik Yakındoğu uzmanı Arkeolog Max Mallowan kazı yapmıştı) Mezopotamyadaki uygarlığın kökenleri hakkında hiçbir şüphe yoktu ve bir zamanlar Mezopotamya olan modern ülkelerde gelecekte elde edilebilecek buluntuların bu konuda karar vermeye yardımcı olması kesinlikle mümkündür. Bu aşamada uygarlığın Sümerde Başladığına dair kanıtlar çok daha kesin görünüyor.
Antik Suriye’nin önemli iki şehri; Ebla ve Mari idi; her ikisi de (MÖ 5.bin yılında Mari ve 3.bin yılında Ebla) Sümer şehirlerinden sonra kurulmuş ve her iki şehirde de Sümer yazısı kullanılıyor, Sümer tanrılarına tapınılıyor ve Sümer tarzında giyiniliyordu. Bu şehir merkezlerinin her ikisi de Akkad ve Sümer dilinde yazılmış, insanların tarihsel gelişimini, günlük yaşam tarzını, ticari işlemlerinin kaydedildiği ve kişisel mektupları içeren geniş kapsamlı çiviyazılı tablet koleksiyonların deposoydu. 1974 yılında antik kent Ebla’da yapılan kazılarda, sarayın yandığı, Asurbanipal’ın Ninova’daki ünlü kütüphanesinde olduğu gibi, kil tabletlerin ateşte pişirildiği ve korumaya alındığı ortaya çıkmıştı. Babil Kralı Hammurabi güçlerinin, MÖ 1759 yılında, Sümer antik kenti Mari’de tabletleri yakmalarının ardında, bazı tabletler yıkım molozlarının altında gömülü ve 1939 yılında keşfedilene kadar sağlam kalmışlardı. Mari ve Ebla tabletleri, araştırmacı arkeologlara MÖ 3.bin yılında Mezopotamyada sürdürülen yaşam tarzı hakkında nisbetten eksiksiz bir anlayış sağlamıştır.
Suriye ve Mezopotamya İmparatorlukları
Her iki şehir de MÖ 4000-3000 dolaylarında kurulmuş, MÖ 2500 yılında önemli ticaret ve kültür merkezi idiler. Akkad Kralı Büyük Sargon (MÖ 2334-2279) bölgeyi fethederek Akkad İmparatorluğu topraklarına katmıştı. Büyük Sargon’un torunu Naram-Sin’in mi, yoksa Akkad toprakları fethi sırasında şehirleri ilk kez Eblalıların mı yok ettiği, onlarca yıldır devam eden bir tartışma konusudur. Her iki antik şehir de Akkad İmparatotrluğu döneminde ciddi hasar görmüş ve yeniden ayağa kaldırılmış ve de MÖ 2. bin yılda Akad İmparatorluğunun yıkılmasından sonra Amorilerin kontrolü altına girmişlerdi. Bu dönemde Suriye, Ammuru (Amoriler Ülkesi) olarak adlandırılmaya başlanmıştı. Amoriler, tarih boyuncu bu toprakları kendilerine ait saymaya ve Mezopotamyanın geriye kalan alanlarına akınlar düzenlemeye devam etmiş, ancak Suriye bölgesi de sürekli olarak onların kontrolünden alınmıştı. Suriye, Akdeniz’deki limanları ile önemli bir ticaret merkezi olarak tanınmaya başlandığında, Mezopotamya İmparatorlukları tarafından ödüllendirilmişti. Hurri Mittani Devleti (MÖ 1475-1275) bölgeyi ilk kez ele geçirmiş ve başkentleri olarak Washukanni şehrini inşa etmişti (veya yeniden inşa etmişti). Hitit hükümdarlarını Hurri Mittani Devleti tahtına oturtan Hitit Kralı I.Şuppiluliuma (MÖ 1344-1322) olmuş ve Mittani Devleti de bu dönemde Hitit güçlerince fethedilmişti.
Mısır’ın Süriye ile uzun süreden beri ticari ilişkileri vardı (Ebla’da elde edilen arkeolojik buluntular, MÖ 3000 gibi erken bir tarihte Mısır ile ticaret yapıldığını kanıtlıyor), bölgenin kontrolü ile ticaret yollarını kullanma ve limanlara erişim için Hititler ile bazı savaşlar yapılmıştı. Hitit Kralı I.Şuppiluliuma, Hurri Mittani Devletinin fethinden önce Suriye topraklarını almış ve bu topraklardaki üslerinden Mısır sınırlarını tehdit ederek, Levant coğrafyasına kıyı boyunca saldırlar düzenlemişti. Hitit ve Mısır eşit derecede güç sahibi olduklarından dolayı I.Şuppiluliuma ve onun halefi II. Mursilli ölünceye kadar bölge üzerinde üstünlük sağlayamamışlardı ve sonra gelen krallar da kontrolü sağlayamıştı.
Mısırlılar ile Hititliler arasında MÖ 1274 yılında, dönemin Suriyesi, Kadeş ticaret merkezi için yapılan Kadeş Savaşı beraberlikle sonuçlanmıştı. Her iki imparatorluk, kendileri açısında zafer ilan etseler de, aslında her iki taraf da istediği amaca ulaşamamış ve bu durum büyük bir olasılıkla bölgede büyümekte olan diğer bir imparatorluk gücü Asurlular tarafından fark edilmişti. Asur Kralı Adad Nirari I (MÖ 1307-1275), Hititleri daha önce Mitanilerin elinde bulunan bölgeden sürmüş ve onun halefi Tikulti-Ninurta I (MÖ 1244-1208), Nihriya Muharebesinde Hitit güçlerini MÖ 1245 yılında kesin bir yenilgiye uğratmıştı. Amoriler, Hititlerin düşüşünden sonra bölge üzerinde kontrolü ele geçirmeye çalışmış ve sonraki birkaç yüzyıl boyunca Orta Asur İmparatorluğu iktidara gelip bölgeyi fethedip istikrara kavuşturuncaya kadar Asurlulara karşı toprak kazanıp kaybetmişlerdi. Bu siyasi istikrar dönemi, Deniz Kavimleri istilaları ve MÖ 1200 yılında Bronz Çağının çöküşe geçmesi nedeniyle bozulmuş ve Mezopotamya bölgesi işgalci güçler arasında el değiştirmişti (Sümer kültürünün sona erdiren MÖ 1750 yılında Elam güçlerinin Ur şehrini fethi gibi). Bölgedeki bu istikrarsızlık Kral II. Adad Narari (MÖ 912-891) yönetimindeki Yeni Asur İmparatorluğunun yükselişe geçmesiyle Asurluların üstünlük kazanmasına kadar devam etmiştir. Asurlular imparatorluk topraklarını Levant bölgesine kadar genişletmiş ve en sonunda Mısır’ı da kontrol altına almışlardı.
Asur İmparatorluğunun MÖ 612 yılında yıkılmasından sonra Babil İmparatorluğu bölgenin kontrolünü ele geçirmiş, şehirlerinin Kuzey ve Güney alanlarını kontrol altına alarak Suriye’yi fethetmiş ve antik Mari şehrini de yok etmişti. Tarihçi yazar Paul Kriwaczek bu konuda şöyle bir açıklama yapar; “Babil İmparatorluğunun Asur topraklarını fethinden sonra, “Asur topraklarının Batı yarısına hala Asur Eyaleti deniliyordu”, daha sonra ilk sesli harfi olan Suriye kaybedilmişti. Pers İmparatorluğu, Büyük İskender İmparatorluğu, onun halefi Selevkos Devleti ve onunda mirasçısı Roma İmparatorluğu aynı adı korumuşlardı” (207). O dönemde Aramiler Suriye’de çoğunluktaydı ve Asur Kralı III. Tiglath Pileser tarafından imparatorluk topraklarında Akad dili yerine benimsenen Arami alfabesiyle bölgenin tarihi yazılı kayıt altına alınıyordu. Fenikeliler bu dönemden önce Suriye kıyı bölgelerini işgal etmişlerdi ve Aramilerin alfabesiyle (Akadca’dan alınan sözcüklerle birlikte) birleşen alfabeleri Yunanlıların miras aldıkları yazı haline gelmişti.
Suriye ve Kutsal Kitap İncil
Babil İmparatorluğu, MÖ 605-549 yılında Pers fetihlerine ve Ahameniş İmparatorluğunun yükselişine (MÖ 549-330) kadar bölgeyi elinde tutmuştu. Büyük İskender MÖ 332 yılında Suriye’yi fethetmiş ve MÖ 323 yılında ölümünden sonra bölgeyi Selevkos İmparatorluğu yönetmiştir. Bir sonraki imparatorluk büyük gücü, İskitlerin sürekli saldırlarıyla zayıflayan Selevkos İmparatorluğunun yıkılmasına kadar Part İmparatorluğu olmuştu. Suriye halkı MÖ 83 yılında, Anadolu’da Ermenistan Kralı Büyük Tigran’ı (MÖ 140-55) kurtarıcı olarak karşılamış ve Romalı komutan Büyük Pompey MÖ 64 yılında Antakya’yı alıp Suriye’yi Roma’nın eyaleti olarak ilhak etmesine kadar bu toprakları krallığın bir parçası olarak elinde tutmuştur. Roma İmpatratorluğu, bölgeyi Romanın bir eyaleti olarak MS 115/116 yılında tamamen fethetmişti. Amoriler, Aramiler ve Asurlular o dönemde bölge nüfusu çoğunluğunu oluşturuyorlardı, Yakın Doğu’nun dini ve tarihi gelenekleri üzerinde önemli bir etkiye sahip idiler. Tarihçi yazar Kriwaczek, Asurolog Profesör Henry Saggs çalışmalarına atıfta bulunarak şöyle yazar;
Süryani köylülerin torunları, fırsat buldukça eski şehirlerinin kalıntları üzerinde yeni köyler inşa ederek eski şehirlerinin geleneklerini anarak tarım hayatını sürdürmüşlerdi. Yedi veya sekiz yüzyıl sonra, bölgede çeşitli sosyal değişiklikler yaşanmasının ardında bu insanlar Hıristiyan olmuşlardı. Bu Hıristiyan ve aralarında dağınık halde Yahudi toplulukları, sadece Süryani atalarının anılarını canlı tutmakla kalmamışlar, aynı zamanda bu anıları Kutsal Kitap İncilde geleneklerle birleştirmişlerdi. Aslında Kutsal Kitap İncil, Asur anısını canlı tutmada güçlü bir faktör haline gelmişti (207-208).
Diğer yazarların yanısıra, tarihçi yazar Bertrand Lafont da, “Antik Mari şehrinde bulunan tabletlerin içeriği ile Kutsal Kitap İncil kaynakları arasında bazen belirgin paralellikler” olduğuna dikkat çekmişlerdi (Boterro, 140). Yazarlar Kriwaczek ve Bottero, 19.yüzyılda Antik Mezopotamya çoğunun keşfinden ve 20.yüzyılda Antik Ebla’daki tabletlerin bulunmasından bu yana birçok bilim insanı ve tarihçi Mezopotamya Tarihinin Kutsal Kitap İncil’deki anlatılar üzerindeki doğrudan etkisi konusunda düşüncelerini defalarca yazmışlardır. Bu noktada, insanın düşüşü, Habil ile Kabil kardeşler, Büyük Tufan gibi popüler hikâyelerin ve Kutsal Kitap İncil’deki diğer birçok anlatıların Mezopotamya mitlerinden kaynaklandığına dair hiç şüphe yoktur. Kutsal Kitap İncil’de tasvir edilen tektanrıcılık modelinin daha önce Mezopotamya’da tanrı Aşur’a tapınma yoluyla var olduğuna ve bu tek ama yanı zamanda her şeye gücü yeten tanrı fikri (ki bu iddianın arkasında yatan sebeplerden biri olabileceği) konusunda da hiç şüphe yoktur. Asurluların Hıristiyanlığı kabul eden ve Hıristiyan bir krallığı ilk kuranlar oldukları iddia edilmiştir: Çünkü onlar, kendilerini yeryüzünde başka bir biçimde gösterebilecek, her yerde mevcut ve aşkın bir tanrı fikrine zaten aşinaydılar. Tarihçi yazar Kriwaczek yazılı olarak bu konuya şöyle bir açıklama gerirmekte;
Bu konu, İbranilerin her şeye gücü yeten ve her yerde mevcut olan tek bir Tanrı kavramını Asurlu atalarından ödünç aldıkları anlamına gelmez. Ama aynmı zamanda onların bu yeni teolojileri tamamen devrimci ve benzeri görülmemiş bir dini hareket olmaktan uzak bir yerdedir. Bu Kutsal Topraklarda başlayan Yahudi-Hıristiyan-İslam geleneği geçmişten tam bir kopuş değildi. Geç Bronz Çağı ve Erken Demir Çağı Kuzey Mezopotamyayı etkisi altına almış olan Asur Krallığının dünya görüşü doğrultusunda gelişen dini fikirlerinden doğmuştu. Sonraki yüzyıllar boyunca hem inancını ve hem de gücünü Batı Asya’ya yayacaktı. (231)
Bu miras, Eski Ahit metinlerinde anılan kralların, savaşların ve olayların tasvirlerini ve hatta Yeni Ahit’te anılan dirilmiş tanrı vizyonunu etkilemiş olabileceği iddia edilen Suriye halkına ait idi. Daha sonra Havari Pavlus olacak olan Tarsuslu Saul, Şam şehri (yine Suriye’de) yolunda İsa Mesih’in bir görünümü deneyimi edindiğini iddia eden Tarsuslu bir Roma vatandaşıydı. Hıristiyanlığın ilk büyük merkezi Suriye’nin Antakya şehrinde ortaya çıkmış ve ilk Evanjelik misyonerler bu şehirden yola çıkarak faaliyetlerine başlamışlardı. Hyam Maccoby (ve daha nönce Yahudilerin Tarihi adlı eserinde Heinrich Gratez) gibi bilim adamları, Elçi Pavlus’un, Hıristiyanlık olarak bilinen dini oluşturmak üzere Yahudilik ile Mezopotamya – özellikle Asur – gizemli dinlerin bir sentezini yaptığını öne sürmüşlerdir. Bu iddialar kabul edilirse, Panbabilizm (Kutsal Kitap İncil’in Mezopotamya kaynaklarından türetildiği şeklinde tarihsel bakış açısı) düşünce geleneği varlığını Mezopotamya kültürünün yayılmasına yardımcı olan Suriye halkına borçludur.
Roma, Bizans İmparatorluğu ve İslam
Suriye, önce Roma Cumhuriyeti ve daha sonra Roma İmparatorluğunun önemli bir Eyaleti idi. Hem Julius Caesar ve hem de Büyük Pompey bölgeyi tercih etmiş ve imparatorluğun yükselişinden sonra Akdeniz’deki ticaret yolları ve limanları nedeniyle en önemli bölgelerden biri olarak kabul etmişlerdi. MS 66-73 yılında yaşanan Birinci Yahudi-Roma Savaşında Suriye birlikleri, Yahudiyeli isyancı güçler tarafından pusuya düşürülüp katledildikleri Beth Horon Savaşında (MS 66) belirleyici bir rol oynamışlardı. Suriyeli savaşçılar, becerileri, cesaretleri ve savaştaki etkinlikleri nedeniyle Romalılar tarafından büyük saygı görüyorlardı. Bir lejyonun kaybı, Roma’yı, Yahudiye’deki isyancılara karşı Roma ordusu tüm askeri gücünü gönderme ihtiyacı konusunda ikna etmişti. Yahudiye İsyanı, MS 73 yılında Titus tarafaından çok büyük bir can kaybıyla vahşice bastırılmıştı. Suriyeli piyadeler Yahudiye’deki Bar-Cochba İsyanının (MS 132-136) bastırılmasında da yer almışlardı. Bunun ardından İmparator Hadrianus Yahudileri bölgeden sürmüş ve burayı Yahudi halkının geleneksel düşmanlarından esinlenerek Suriye-Flistin olarak yeniden adlandırılmıştı.
Doha sonra gelen üç imparator doğrudan Suriyeli idiler: Elagabalus (MS 218-222 dönemi), Alexander Severus (222-235) ve Arap Philip (MS 244-249). O zaman Hıristiyan olmayan son İmparator Julian (MS 361-363), bir Hıristiyan merkerzi olan Antakya’ya özel ilgi göstermiş ve farkında olmadan da olsa körüklediği paganlar ve Hıristiyanlar arasındaki dini çekişmeleri yatıştırmaya çalışmış ama başarısız olmuştu. Batı Roma İmparatorluğunun yıkılmasından sonra Suriye, Doğu Roma ve Bizans İmparatorluğunun bir parçası olmuş, alın satım işlerinin gerçekleştirildiği önemli bir pazar ve ticaret merkezi olarak varlığına devam etmişti. MS 7.yüzyılda Arap fetihlerinden sonra İslam bölgede yayılmaya başlamış ve MS 637 yılında Müslümanlar, Suriye’deki Asi Nehrinde Demir Köprü Muharebesinde Bizan İmparatorluğu ordularını mağlup etmişlerdi. Bu savaş, Bizanslılar ile Müslümanlar arasında belirleyici bir savaş olduğunun kanıtı olmuş, Antakya düşmüş ve Müslümanların eline geçmesinin ardından da Suriye, Raşidun Halifeliği eline geçmişti.
Bölge halkın çoğunluğu ilk başta yönetimin Bizanslılardan Müslümanlara geçmesinden pek etkilenmemişti. Müslüman fatihler de diğer inançlara karşı hoşgörüyü korumuş ve Hıristiyanlığın devam etmesine yasaklama getirmemişlerdi. Gayrimüslimlerin Raşidun Halifeliği Ordusunda görev almalarına izin verilmiyordu ama ordunun düzenli bir istihdam olanağı sunmasından dolayı, bölge halkın çoğunluğu sırf iş bulmak amacıyla İslam’a geçmiş olabiliyorlardı. Bu teoriye itiraz edilmiş ancak bölge nüfusunun büyük çoğunluğu istikrarlı bir şekilde İslam toplumuna dönüştüğü de görülmüştü. İslam İmparatorluğu bölgeye hızla yayılmış ve Şam Başkent yapılmış, o zamanlar yönetim kolaylığını sağlamak üzere dört vilayete bölünmüş olan Suriye’nin tamamı için benzeri görülmemiş bir refah düzeyiyle sonuçlanmıştı. Emevi Hanedanlığının MS 750 yılında başka bir Müslüman Arap Hanedanlığı olan Abasiler tarafından devrilmesi ve Başkentin Şam’dan Bağdat’a taşınmasından sonra Suriye bölgesi genelinde ekonomik gerileme yaşanmasına neden olmuştu. Arapça, Suriye bölgesi resmi dili ilan edilmişti, Aramice ve Yunanca kullanım dışı kalmıştı.
Yeni Müslüman Arap Hanenedanlığı yönetimi, İmparatorluk toparklarının her bir yerindeki işleri görmekle meşgül oluyordu ve Suriye bölgesindeki şehirler ihmal edildiklerinden dolayı gerilemeye maruz kalmışlardı. Daha önce hayati önem taşıyan toplulukların, baraj suyundan yoksun kalmaları nedeniyle, günümüzde bazı kalıntıları hala da ayakta kalan Roma şehirleri terk edilmişti. Kadim Eber Nari bölgesi artık Müslüman Suriye haline gelmişti ve halkı da, gelecek birkaç yüzyıl boyunca bölgenin etkileyici tarihine bakılmaksızın, kaynakların ve yaşayan nüfusun korunması dikakte alınmadan, bölge kaynaklarının kontrolü için çatışan değişik savaş lordları ve siyasi grupların işgalci güçlerine maruz kalmaya devam etmiştir. Bölgeyi farklı şekillerde rahatsız etmeye günümüzde de devam eden bir durum.