Fars edebiyatı, uzun bir şifahi poetik hikaye anlatımı geleneğinden türemiştir. Bu ananenin ilk kayıtlı numunesi, MÖ 522'de, Ahameniş İmparatorluğu zamanında (MÖ 550-330 civarı) bir uçurumun sathına oyulmuş I. Darius'un (Büyük, MÖ 522-486) Behiştun Kitabesi'dir.
Bu çağda yazmaya adanmış diğer eserler, imparatorluk MÖ 330'da Büyük İskender'e düştüğünde kaybedildi, ancak şifahi anane devam etti ve en büyük ifadesini Orta Çağ'ın İranlı şairlerinde (MS 476-1500) ve, bilhassa, en müessir olarak kabul edilen on kişide buldu:
- Rudeki
- Firdevsi
- Senai
- Attar
- Mevlana
- Sadi
- Nizami
- Ömer Hayyam
- Hafız-ı Şirazi
Bu şairler, ananelerini, mitlerini ve dini inançlarını 651'de bölgeyi fetheden ve yeni İslam dinini halka empoze eden Müslüman Araplarınkilerle birleştirerek kültürlerinin yazılı edebiyatını oluşturdular. Zamanla, iki kültür hercümerc olmuş ve İranlıların şiirleri, eserler Farsça ve hatta İranlılar tarafından yazılmamış olsa bile, İslam inancının en yüksek mefhumlarını - bilhassa tasavvufi yönlerini - tamamen ifade etmeye başlayacaktı. Bu on şair, yalnızca sözde Müslüman edebiyatının inkişafına tesir etmemekle kalmadı, aynı zamanda dünyadaki kültürlerin edebi sanatlarına da tesir edecek ve günümüzde okuyuculara ilham vermeye devam edecekti.
Fars Şiirinde Din, Kader ve Aşk
651'de, şifahi ananeyi yazıya geçirme sürecini başlatan Sasani İmparatorluğu, halkı boyunduruk altına alma gayretlerinin bir parçası olarak birçok edebi eseri yok eden işgalci Müslüman Arapların eline geçti. Abbasiler (750-1258) zamanına kadar, Fars kültürü, dili, ananeleri ve edebiyatı sadece Müslüman Arap seçkinleri arasında kabul görmekle kalmamış, aynı zamanda teşvik edilmişti. Abbasilerin lütfuyla idare edilen Samani Hanedanlığı (819-999) zamanında, Fars sanatı, bilimi ve edebiyatı gelişti ve Fars edebi sanatlarının istikbalinin temellerini attı.
Bu şairlerin eserlerini dinleri olan İslam dini'nden ayırmanın bir yolu yoktur, ancak bazı günümüz tercümanları ve yorumcuları, inançları eserlerini bildirdiği için bunu yapmaya çalışmıştır. Bu şairlerin hemen hemen bütün eserlerinde hadislere ve Kur'an'a yapılan göndermeler yer almakta ve bunlar yokken bile (Firdevsi'de olduğu gibi) şairin daha yüksek bir hayra ve hayata nihai bir mana inancına sahip olması esere bilgi vermektedir.
Öyle olsa dahi, eski Pers dini Zerdüştlük, bu sanatçıların ve bilhassa, Zamanın Varlığın Babası olduğunu iddia eden ve kadercilik inancını teşvik eden Zorvanizm'in sözde “sapkınlığı” üzerinde eşit derecede güçlü bir tesire sahiptir. Zaman bir kişiyi hayat boyunca ve ölüme doğru hareket ettirdiği için, kişinin kaderini değiştirmek için yapabileceği hiçbir şey yoktu. Aşağıdaki şairlerin bütün eserlerinde bu mefhumun karşısında, zamanı aşan ve kişinin hayatına anlam veren transandantal gücüne olan inanç yer alır. Bu aşk başka bir insan için olabilir veyahut İlahi Olan'a yönelik olabilir, ancak onsuz hayatın manasız olduğu düşünülürdü.
Poetik diksiyon, sembolizm, metafor ve teşbih, tıp risalelerinden tarihlere kadar Fars edebiyatının bütün formlarında serbestçe kullanılmaktadır ama resmi şiir, ifadenin en yükseği olarak kabul edilmiştir ve geleneğe katkıda bulunan başka birçok büyük şair olmasına rağmen, aşağıdaki on şair bunlardan en büyükleri olarak kabul edilmektedir.
Rudeki (859-940 civarı)
Daha çok Rudeki mahlasıyla tanınan Ebu 'Abdullah Cafer ibn Muhammed Rudeki, ona çok kıymet veren ve onu zengin eden Samani Emiri II. Nasr'ın (914-943) saray şairiydi. Bilgin Sassan Tabatabai, "Rudeki'nin ihtişamının zirvesindeyken, iki yüz köleye sahip olduğu ve sadece eşyalarını taşımak için yüz deveye ihtiyaç duyduğunun" nasıl rivayet edildiğini kaydeder (2). Sık sık II. Nasr devrinde saraya ilk gelen olduğu söylense de, hayatta kalan eseri, onun zaten II. Nasr'ın babası Emir Ahmed Samani (907-914) zamanında mümtaz bir şair olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu yüksek saygı seviyesi, Rudeki'nin her poetik forma hakim olma konusundaki muazzam kabiliyeti ve maharetinden kaynaklanıyordu. Çalışmalarından çok azı günümüze ulaşmıştır (sonraki yazarlar tarafından atıfta bulunulan bir milyonu aşkın eserden yalnızca 52'si), lakin bunlar onun karmaşık hissi hallerini basit imajlarla ifade edebilen muazzam kuvvete sahip bir şair olduğunu açıkça ortaya koyar. Divan (bir şairin kısa eserlerinden oluşan bir koleksiyon) mefhumunu yarattığı ve gazel, kasideler ve rubailer dahil olmak üzere edebi şiir şekillerini geliştirdiği için birçok kişice "Fars edebiyatının babası" olarak kabul edilir.
Dakiki (935-977 civarı)
Ebu Mansur Dakiki, I. Emir Mansur'un (961-976) saray şairi kadar başarılıydı. Bu devirde çalışan herhangi bir şair, tıpkı sonraki çağlarda olduğu gibi, zengin bir hayranın himayesine güveniyordu, ancak bir saray şairi, hükümdarı memnun ettiği sürece emin bir gelirden çok daha fazlasını bekleyebilirdi. Şair, hükümdarın ismini ve yaptıklarını ölümsüzleştiren mısralar yazar ve cömert hediyelerle mükafatlandırıldı ve bu Dakiki içindi. Bu esnalarda, Pers tarihi ve irfanına artan bir alaka vardı ve bu sebeple I. Mansur, zamanın başlangıcından günümüze kadar Pers tarihi, irfan ve efsanesi üzerine iddialı bir çalışma yaptırdı. Dakiki çalışmaya, Sasani İmparatorluğu döneminden daha eski bir el yazması olan Hüdayname'yi (Hüday-Namag “Efendiler Kitabı” olarak da verilir) yazarak başladı. Kölelerinden biri tarafından öldürüldüğünde Şehname (“Hükümdarlar Kitabı”) olacak olan 1000 mısrayı tamamlamıştı. Rudeki'de olduğu gibi, eserlerinin çok azı günümüze ulaştı, ancak günümüze ulaşan mısralar onun epik eserlerle tutarlı oldukça resmi bir tarzda yazdığını göstermektedir. Dakiki, en çok Ebu'l-Kasım Firdevsi'nin adını ebediyete değin yaşatacak çalışmaya başlamasıyla tanınır.
Firdevsi (940-1020 civarı)
Ebu'l-Kasım Firdevsi Tusi, Avrupa'daki feodal beylerle karşılaştırılabilecek, cemiyetin üst sınıf toprak sahibi mensupları olan dehkan'ın bir mensupları. İyi eğitimli olduğu, evli olduğu ve bir kızı olduğu dışında (Şehname'de kendisinden önce ölen bir oğluna ağıt yazılmış olsa da) hayatı hakkında neredeyse hiçbir şey bilinmemektedir. Dakiki öldürüldükten sonra, Firdevsi 977'de Emir Mansur için (sözde kızına bir çeyiz sağlamak için) Şehname yazma vazifesini üstlendi, ancak kısa bir süre sonra Samani Hanedanlığı düştü ve yerini Gazneli Hanedanı (977-1186) aldı. Gazneliler, Fars edebiyatına karşı Samanilerin sahip olduğu değere sahip değildi. Buna rağmen, Firdevsi 1010'da tamamladığı işe devam etmesi için teşvik edildi. Şehname'nin ne kadar iyi karşılandığı ve Firdevsi'nin çabaları için Gazneliler tarafından haklı olarak mükafalandırılması bir münakaşa mevzusudur, çünkü bununla alakalı rivayetler büyük ölçüde efsanedir. Mamafih, eser başlangıçta alınmış olabilir, o zamandan beri popülerliğini sürdürmüştür. Firdevsi'nin kaleme aldığı başka ne varsa kaybolmuştur ama dünyanın başlangıcından Müslüman fethine kadar eski Pers'in tarihini, efsanelerini ve irfanını anlatan Şehname destanı uzun zamandır dünya edebiyatının en büyük şaheserlerinden biri ve İran'ın günümüzdeki milli destanı olarak kabul edilmiştir.
Senai (1080-1131 civarı)
Hakim Ebu'l-Mecid Mecdud ibn Adem Senai Gaznevi, Gazneli sultanı Behramşah'ın (1117-1157) saray şairiydi ve şairin eserine o kadar hayrandı ki Senai'nin kendi öz kızıyla evlenmesini ayarladı. Senai, o esnada, Behramşah Hindistan'a savaş açmaya karar verdiğinde ve Senai'yi kendisiyle gelmesi için çağırdığında, Sultan'ı metheden bir dizi eser yazmıştı. Saraya giderken Senai, sarhoş bir adamın kendi kendine konuşarak, Bahramşah'ın sebepsiz yere fetih peşinde koşmadaki ve onca canı boşa harcamaktaki budalalığını yüksek sesle tenkit ettiği bir bahçenin yanından geçti. Adam aynı zamanda Senai'nin hayatından da yakındı, ondan kabiliyetli bir şairin kibirli ve hissiz bir hükümdarı överek kabiliyetlerini boşa harcadığını söyledi. Senai, adamın söylediklerindeki hakikati anında anladı, saraydaki vazifesinden istifa etti ve bir Sufi üstadının talebesi oldu. Tasavvufun mistisizmi, Senai'nin mevcut bütün eserlerini, bilhassa da şaheseri, ferdin Tanrı ile münasebetini keşfetmesinde “mistik bir destan” olarak adlandırılan Hakikatü'l-Hadika (Hakikat'in Duvarlı Bahçesi)'ni bilgilendirir. Daha sonraki yazarlar (bilhassa Attar ve Rumi), “yanlış ikilikle başlar” ve kişinin benlik ile Hakk arasında hiçbir mesafe tanımaması gerektiğinde ısrar eden Senai'nin önemli ölçüde tesiri altında kaldılar. “Allah'ı aramak” için hiçbir sebep yoktur çünkü Tanrı benlikte ikamet eder. Bu sebeple, kişi İlahi olanı bilmek için kendini tanımaya çalışmalıdır. Bu kavram ve onun şarabı, Hakk'ın sevgisinin sarhoş edici tabiatının bir sembolü olarak kullanması, onu takip eden birçok şairce geliştirilecektir.
Attar (1145-1220 civarı)
Ebu Hamid bin Ebu Bekir İbrahim, babasının mesleğini takip eden bir kimyager (eczacı) idi ve çalışmalarında referanslara göre rahat bir hayat sürdüğü görülmektedir. Bir patronu olduğuna dair hiçbir delil olmadığı için görünüşte kendi zevki için Attar (“kimyager”) mahlasıyla yazdı. Hayatı boyunca şair olarak tanınmadı (daha sonraları Nişaburlu Attar, bir şair olarak anıldı) ve meziyetlerine değmeyen hükümdarları methetmek için ödeme kabul eden şairlerin gayretlerini reddetti. Attar, okuyucuyu varlığın mahiyeti ve Allah'ın yakınlığı hakkında bir anlayışa yaklaştıracak mısralar üzerinde durmuştur. Senai gibi o da, çalışmalarını şekillendiren tasavvufun mistisizmini benimsemiş bir Sünni Müslümandı. En çok, dünyadaki bütün kuşların hükümdarlarının kim olacağına karar vermek için bir toplantıya geldikleri alegorik bir şiir olan Mantıku'-t Tayr ile tanınır. Bilgeliğiyle bilinen ibibik kuşu, onlara, kendilerini idare ve öncülük etmeleri gerektiğini anlayacakları büyük mistik kuş Simurg'un inine ulaşana değin yedi vadi boyunca - yol boyunca birçoğunu kaybederek - bir seyahate rehberlik eder. Diğer eserleri, Tasavvufi Allah anlayışını ve ferdin İlahi olanla münasebetini geliştirmede benzer temaları ele alır. Attar, 1220 civarında Moğollar Nişabur şehrini işgal ettiğinde katledildi.
Mevlana (1207-1273)
Celaleddin Muhammed Rumi, 1244'te Sufi mistik Şems-i Tebrizi ile tanışmadan ve zamanının en meşhur mistik şairi olmadan önce çok dilli bir İslam alimi, ilahiyatçı ve hukukçuydu. Afganistan yahut Tacikistan'da okuryazar bir ailenin çocuğu olarak doğdu, iyi eğitimliydi, çok dilliydi (anadili Farsça ile Arapça, Yunanca ve Türkçe yazıyordu) ve çok yolculuk ediyordu. Efsaneye göre, 18 yaşındayken Nişabur'da Attar ile tanışmış ve genç adamın maneviyatını fark etmesi üzerine ona kitaplarından birini vermiştir. Bu toplantının Mevlana'nın daha sonraki aşkın (müteal) uyanışının temellerini attığı rivayet edilir. En iyi dostu ve manevi akıl hocası olan Sufi derviş Şems ile tanıştığında zaten saygın bir alimdi. Şems bir gece ortadan kaybolduğunda ve bir daha hiç görülmemesinden önce sadece dört yıl birlikte olmuşlardı. Mevlana, aralarındaki manevi bağın ne ölümle ne de herhangi bir mesafeyle koparılamayacağını anlayana değin arkadaşını aradı ve Şems'in hayat kuvvetini kendisininmiş gibi hissetti. Daha sonra, Şems'in ruhuna atfettiği şiirleri bestelemeye başladı. Edebi kabiliyeti ve manevi idraki o kadar genişti ki, Mevlevi (“efendimiz”) olarak anılırdı. En büyük eseri, folklor, Sufi spiritüalizmi, Kur'an, Müslüman efsanesi ve irfanı ve bir dizi başka edebi, tarihi ve dini kaynağa atıfta bulunan, fert ve Allah arasındaki münasebetin altı ciltlik poetik bir analizi olan Mesnevi'dir. Daha kısa çalışmaları, okuyucuyu mevzuyla tamamen meşgul etmek için doğrudan dinleyicilerine konuşan, bazen aydınlatıcı, bazen belirsizleştirici bir anlatma sesiyle beraber halk hikayelerini ve Kur'an'daki imaları dokuyarak tutarlı bir şekilde atıfta bulunur. Mevlana, sadece en büyük İranlı şairlerden biri olarak değil, aynı zamanda dünyanın en müessir ve en çok okunan şairlerinden biri olarak kabul edilmektedir.
Sadi (1210-1291 civarı)
Ebu Muhammed Muslihiddin bin Abdullah Şirazi, İran'ın Şiraz şehrinde yaşayan dindar bir aileden geliyordu ve Moğollar anayurdunu işgal ettiğinde erken yaşta yerlerinden edildi. Hayatı ve felsefesi, bu hadiseden ve bölgeyi harap eden neredeyse sürekli savaştan önemli ölçüde etkilenecektir. Sadi, çok derin ve kabiliyetli bir şair olarak bilinir, ancak hayatının çoğunu bir yerden bir yere taşınarak (işlerine dahil ettiği memleketler ve tecrübeler), bir tarihçi (eserleri birinci elden referans hadiseler olarak) geçirdiği için seyahat yazarı olarak da kabul edilebilir ve bir varoluşçudur, çünkü kişinin hayatının, insanlık halinin ve kişinin başkalarına ve kişinin kendisine karşı mesuliyetinin tam şuuruyla yaşamasının ehemmiyetine yoğunlaşır. Suriye, Mısır, Arabistan ve Hindistan'ı dolaşmadan önce muhtemelen Bağdat Medresesi'nde burslu olarak iyi bir tahsil yapmıştı. Sadi, yolculukları boyunca, asillerin ve akademik çevrelerin saraylarından kaçındı, sıradan insanların, bilhassa da Moğol istilası ve Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasındaki çatışmalar yüzünden yerinden edilmiş kişilerin yoldaşlığını tercih etti. Şiraz'a 1257'de döndü ve yazmaya başladı. En çok, faziletin kişinin hayatındaki ehemmiyetini ve bunun tatbikatını araştıran ve Sufi dervişin İlahi olanı kavramadaki mistisizmine işaret eden poetik eseri Bostan (“Meyve Bahçesi”) ile tanınmaktadır.
Nizami (1141-1209 civarı)
Nizami Gencevi, genç yaşta yetim kaldığı ve tahsilini teşvik eden bir amca tarafından yetiştirildiği Gence'de (günümüz Azerbaycan'ında) doğdu. Nizami'nin mısraları, diğer yüksek tahsilli İranlı şairler arasında en iyi okunanlardan biri kabul edildiğinden, amcasının bu mevzudaki muvaffakiyetini doğrulamaktadır. Nizami, kaynak materyal ve ilham için Senai'nin ve bilhassa Firdevsi'nin eserlerinden faydalanmış çağının önde gelen romantik şairi olarak bilinir. Alimler, Nizami'nin Şehname'yi ezberlemiş olabileceğini, çünkü Firdevsi'nin eserinin kendisininkini önemli ölçüde bilgilendirdiğini düşünüyorlar. Nizami, seleflerinin geleneğini, insan varlığının en mühim yönü olarak - iki fert veya fert ve Tanrı arasındaki - aşka odaklanarak sürdürür. Alim Husayn İlahi-Ghomshei'ye göre “Nizami, bütün varoluş tiyatrosunda insanın oynamaya münasip olduğu tek rolün âşığın rolü olduğunu öğretir” (Lewisohn, 78). Nizami, en çok Senai ve Firdevsi'yi, beşeri münasebetler mevzusunu ele alan ve onun ünlü Hüsrev ve Şirin hikayesini içeren birbiriyle alakalı beş şiirden oluşan Hamse ("Beşlik") ile bilinir. O, aşk olmadan hayatın manasız olduğuna ve ferdi bir hayatın sadece başkaları için aşka yatırdığı kıymete değdiğine inanıyordu.
Ömer Hayyam (1048-1131)
Ebu'l Feth Ömer ibn İbrahim el-Hayyam, Nişapur'da, zamanın önde gelen alimlerince eğitildiğinden emin olan üst sınıf ebeveynlerden doğdu. Bu listeye büyük bir şair olarak kabul edildiği için değil, Edward Fitzgerald (1809-1883) tarafından İngilizce'ye tercüme edilen şiirleri 20. yüzyılda popüler olduğu ve Batı'nın Fars edebiyatına olan alakasını teşvik ettiği için dahil edilmiştir. Zamanında, bir astrolog ve matematikçi olarak biliniyordu ki, günümüz bilginleri, ünlü Ömer Hayyam'ın Rubaileri'nin orijinal eseri olup olmadığını sorgulamışlardır. Hayyam, İslami Takvim'deki yanlışlıkları tashih eden yenilikçi bir güneş haritası olan Celali Takvimine katkıda bulunmasıyla biliniyordu. Çağdaşları ve ölümünden kısa bir süre sonra yazanlar tarafından bilinen hayatı, ilime ve astrolojik araştırmalara adanmıştı. Şair olarak şöhreti tamamen, Rubailer'ı orijinal Fars şiirinin bir tercümesi değil, orijinal malzemenin gevşek bir tercümesi olan "taklit" olarak bilinen ve Fitzgerald'ın kendisinin "dönüştürme" olarak adlandırdığı Fitzgerald'ın gayretlerine dayanır (Lewisohn, xiii). Fitzgerald'ın "tercümesi", 1859'da neşredilmesinin ardından evvela hiçbir ilgi görmedikten sonra, 19. asrın sonları ve 20. yüzyılın en popüler eserlerinden biri haline geldi ve günümüzde en çok iktibas edilen ve antolojiye alınan edebi eserlerden biri olmaya devam etmektedir.
Hafız-ı Şirazi (1315-1390)
Hace Şemseddin Muhammed Hafız-ı Şirazi, İran'ın Şiraz şehrinde, muhtemelen iyi tahsilli bir ebeveynin evladı olarak dünyaya geldi, lakin eserlerindeki referansların haricinde hayatının çok azı bilinir. Çalışmalarının feraseti ve manevi yükselişi sebebiyle neredeyse bir aziz olarak telakki edilen en büyük Pers şairi olarak kabul edilir. İnsan varoluşunun merkezi değeri olarak sevgiyi keşfederken büyük ihtimalle yukarıda bahsedilen şairlerin hepsinden faydalandı, ancak en kesin olarak Senai, Attar, Rumi ve Nizami'den istifade etti. Kuran'ı ezbere bildiği ve her ferdin dünyevi arzusunun nihai nesnesi olduğunu hissettiği Sevgili - Allah'ı - bilmenin yolu olarak tasavvufi mistisizmi tamamen benimsediği söylenir. Kişinin hayatında özlediği tek şey, kendi yolunu izlemek için sosyal olarak kabul edilen şeylerden vazgeçerek yaşarken elde edebileceği Tanrı'yla birlik ile mükafatlandırılmaktı. O, meşhur olarak Senai'nin şarap sembolünü Hakk'ın Hakikat Aşığı üzerindeki yükseltici tesiri olarak benimsedi ve hukuki dinin kısıtlamalarını samimi dua karşısında ferdi, mistik, kendini bilme, öz disiplin ve Tanrı'nın görünüşteki sessizliğine karşı sabır yoluyla İlahi olanla birlik lehine reddetti. Zamanında neslinin en büyük sesi olarak kabul edilmiş ve vefatından kısa bir müddet sonra mezarı üstüne büyük bir türbe dikilmiştir. Bu mezar, 1930'larda genişletilmiş, tezyin edilmiş ve bugün, şairin vizyonunun dini hayranlarının yanı sıra seküler insanlar için de bir hac yeri olmuştur.
Netice
Bu şairlerin ve diğer pek çok şairin eserleri, İran kültürünün ve değerlerinin devamına temel sağladı ve onun tekamülüne ve bugün bilinen dünyaya tesir etmesine izin verdi. Bu sanatçıların insanlık halinin temellerini ve sevginin dönüştürücü kuvvetini ifade etmedeki dehası, zaman içinde aksedildi ve hayatta daha yüksek bir gaye ve mana inancını teşvik etmeye devam ediyor.
Herhangi bir kültürün edebiyatı, insanların sosyal değerlerinin aksetmesi, insan olmaya kolektif bir tepkinin ferdi ifadesidir. Şair, sanatçının sözlerini okuyana kadar, ihtiyaçları hakkında hiçbir fikirleri olmasa bile, başkalarının hissettiklerini ve isteklerini ekseriyetle bilmeden ifade eder. Bütün dünya edebiyatı, aynı şahsi ve kültürel keşif değeriyle akseder, lakin şiir şeklindeki Fars edebiyatı, sadece bir çağda yahut da tek bir sanatçının eseriyle değil, başlangıcından günümüze ananeyi devam ettirenlere kadar daimi olarak kişinin günlük hayatının dünyasını sonsuzluğun aşkınlığı ile kusursuz bir şekilde harmanlamanın eşsiz tecrübesini sunar.